28 Şubat 2013 Perşembe

Osmanlı Türkçesi (Osmanlıca)




     Oğuz Türklerinin kullandığı dilin devamı olan ve Selçuklular'ın son zamanlarından Cumhûriyet devrine kadar 700 yıl kullanılan ve kesintisiz eserlerini veren Osmanlı Türklüğünün devlet ve resmî yazışma dili.
Kaşgarlı Mahmud, Dîvân’ında Oğuz ve Hâkâniye adlı iki edebî şîveden bahseder. Bunlardan Oğuz Türklerinin kullandığı Oğuzca; daha sonra Türklüğün İslâmî devresi içinde ve Osmanlı Hânedanına nispetle Osmanlıca veya Osmanlı Türkçesi adını almıştır. “Osmanlıca” deyimi daha çok Osmanlıyı inceleyen müsteşrikler tarafından kullanılmıştır.

     Eski Türkçe devresinden sonra, 13. asra kadar, Türk kültür târihi içindeki eserlerimiz; göçler ve yeni yeni kültür merkezlerinin ortaya çıkması sebepleriyle, Kuzey-Doğu (Kıpçak, Çağatay) ve Batı Türkçesi'ni de içine alarak “Müşterek Orta Asya Yazı Dili” ile verilmiştir.

     Batı Türkçesi adını verdiğimiz Oğuz Türkçesi; Osmanlı Türkçesi-Azerî Ağzı ile birlikte olan müşterek devresini, hemen hemen 15. yüzyılın ortalarına kadar sürdürür. Ancak bu zamandan sonradır ki, Selçuklular devrinin sonunda yer alan ve Eski Anadolu Türkçesi adı ile andığımız her iki ağzın müşterek oldukları zaman görülen bazı ayrılıkların bir kısmı Osmanlı, bir kısmı da Azerî Türkçesi'nde umumîleşerek 16. yüzyıldan başlamak üzere iki ağzın kesin çizgilerle ayrılmasına sebep olur. Bunun yanında her iki şîvenin komşularından alınan kelimeleri, Arapça ve Farsça olanlar hariç, Azerî ve Osmanlı Türkçelerinde anlaşmada çıkacak, ikinci bir ayrılığı ortaya çıkarır.

     Azerî Türkçesi daha çok Rusça ve Moğolca ile onlara yakın yerlilerin ve Hintçe'nin kollarından kelimeler alırken, Osmanlı Türkçesi de komşu Avrupa milletlerinin dillerinden kelimeler almıştır. Gerçekte, kurulan büyük bir imparatorluğun, sınırları içine aldığı pekçok milletin dilinden meydana gelen Osmanlı Türkçesi; topraklarla birlikte yeni kelimeler de fethederek onları millîleştirmiştir. Bu durum, Türkçe'nin karakteri icâbı da böyledir. Bu kelimeler daha çok, İtalyan, Yunan, Arnavut, Sırp, Romen, Bulgar vs. gibi milletlerin dillerinden girmiştir. Ancak bu milletlerin dillerinden alınan kelimeler, zamanla Türkçe'nin içinde yoğrulmuştur.

      Arapça ve Farsça'dan gelen kelimeler ise yadırganmazlar. Çünkü Osmanlılar'da bu iki dile hiçbir zaman yabancı diller gözü ile bakılmaz. Bu sebepledir ki Türkçe başta olmak üzere, Arapça ve Farsça gramer unsurları Osmanlı Türkçesi'ne girmiş, yabancı kelimelerde herhangi bir ayrılık gözetilmediğinden, galat da olsalar, Türk zekâ ve kâbiliyetinin ürünü olan kelimeler ortaya çıkmıştır. Bu durum tamlamalarda da kendini gösterir.

     İslâmî devre içerisinde Batı Türklüğünün dili olan Osmanlı Türkçesi, devre itibariyle Türk Dili tarihinin Orta ve Yeni Türkçe devreleri içine girmektedir. Tarihî Türkiye Türkçesi adını da verdiğimiz Osmanlı Türkçesi ilk devir eserlerinde; Türkî, Lisân-ı Türkî ve Türkmence olarak adlandırılır. Cevdet Paşa ve Fuad Paşa tarafından yazılan gramerin adı da Kavâid-i Osmâniye’dir. Cevdet Paşa, daha sonra Osmanlı lafzını bırakmış eserine Kavâid-i Türkiye adını vermiştir. Bu isim daha bazı gramer kitaplarında Lisân-ı Osmânî, Osmanlıca, Osmanlı Sarfı, Nahv-i Osmânî, Osmanlıca Dersleri gibi günümüze kadar gelmektedir. Ancak Süleyman Paşa ve Şemseddin Sâmî gibi zevâtın yazdığı gramerlerde İlm-i Sarf-ı Türkî ve Nev Usûl Sarf-ı Türkî gibi yine Türkî lafzına yer verilir. Deny ve Redhouse gibi batılılar ise, eserlerinde her iki kelimeyi de kullanmışlardır.

     On üçüncü yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar devam eden, alfabe olarak Arap menşeli İslâmî Türk alfabesine yer veren Osmanlıca'yı; 1) Eski Osmanlıca, 2) Klasik Osmanlıca, 3) Yeni Osmanlıca olarak üç devreye ayırmak gerekir.

     Birinci devre; yukarıda da belirtildiği gibi Osmanlı Azerî Türkçelerinin birleştiği 13-15. yüzyılları içine alan, yabancı dillerden gelen kelimelerin az olduğu, açık Türkçe devresidir. Bu devreye Eski Anadolu Türkçesi veya İlk Osmanlı Türkçesi de denmektedir.

     İkinci devre Klâsik Osmanlıca devridir ki 16-19. asırları içine almaktadır. Türkçe, bu devrede Arapça ve Farsça'dan gelen kelime ve gramer kaidelerine ziyadesiyle açılmıştır. Ancak bu durum, yazılan eserlerin mevzûuna ve işlenişine göre, dilin açık ve anlaşılır veya kapalı olması şekli, değişmektedir. Meselâ Bâkî’nin Dîvân’ını anlamak güç olabilir. Fakat Meâlimü’l-Yakîn adlı siyer kitabı gayet açıktır ve anlamada zorluk çekilmez. Ancak, belirli kültür seviyesine ulaşmamış bir insan, hangi devirde olursa olsun günlük kelimelerin dışında hiçbir şey anlamaz ve cehaletini, ortaya konan eserlere yüklemekten kendini alamaz. Bu durum göz önüne alındığı takdirde, elbette çobanın ve padişahın dili bir olmayacaktır. Çünkü dünyaları başkadır. Fakat daha çok 16. yüzyıldan itibaren Arapça ve Farsça'dan meydana gelen kelimeler ağırlık kazanmaya başlar; 17 ve 18. yüzyıllarda gittikçe koyulaşır, anlaşılmaz bir hâl alır. Türkçe kelimelerin, cümlenin sadece fiilinde kaldığı görülür. Nesir dilinde daha fazla anlaşılmazlık ortaya çıkar. Nazım dili ise, bir noktada ölçülü bir cümle yapısına sahip olduğu için, kendini pek kaybetmez.

     Bu devre “Klâsik Osmanlıca” olarak adlandırılan devirdir. Ancak bunda büyüyen ve gelişen bir devletin, her sahada, dilindeki ihtişam ve ifade kabiliyetinin bulunması ve kültür seviyesi bakımından hayatının yükselmesi de büyük rol oynamıştır. Devrenin sonunda bu durum halk şiirinde de kendini göstermiştir. Fakat son iki yüzyılda halk şiirinin dili 1908’den sonra gerçekleştirilecek olan ikiliği ortadan kaldırmış ve halk diliyle yüksek zümre dili birbirine yaklaşmıştır.

     Yeni Osmanlıca devresiyse, 19-20. asırları ve Cumhuriyet devrine kadar olan zamanı içine almaktadır. Osmanlıca'nın bu sonuncu devresi, gazeteci lisanının başladığı, Arapça ve Farsça tamlamaların çözüldüğü, Türkçe'nin kendi kaidelerine sahip çıkmaya başladığı devirdir. Fakat bu devrede de Arap ve Fars dillerinden gelen kelimelerin yanında, batı dillerinden pek fazla kelime alınmıştır. Hattâ bu durum Cumhuriyet devrinden sonra, günümüze kadar uzanmıştır.

     Her ne şekilde olursa olsun Osmanlı Türkçesi'ne, kültür dili olması hasebiyle, bir yüksek zümre dili olarak bakmak mümkündür. Ancak “Arapça, Farsça ve Türkçe'nin karışımı bir dildir!” demek yanlıştır. Eğer öyle olsa idi, geride kalan kültür hazinesine Arapların ve Farsların da sahip çıkması gerekirdi. Halbuki bu hazine, sadece Türk milletinindir. Yalnız bu dil, zevk-i selim sahibi yüksek tabakanın dili olmuş ve halk dilinden ayrılmış olarak zuhur etmiştir. Yazı dili, aradığı açık ve anlaşılır şekle, ancak yirminci asrın başlarında kavuşmuştur. Böylece bu devirden sonra yazı ve halk dili birbirine yaklaşmış ve zamanla aradaki açığı kapatmıştır.

     Osmanlıca içinde ele aldığımız ilk devre ise, sonda yer alan her iki devreden daha açık ve anlaşılır bir durum gösterir. Bu devrenin eserleri, bugün bile anlaşılır durumdadır. Fakat son devreye nispeten ilk devrede, sonradan kullanıştan düşen arkaik, eski kelimeler yer almaktadır. Bugün milletimizin zevkle okuduğu Yunus Divânı ve Mevlid gibi eserler bu devrin mahsulüdür. Her ne şekilde olursa olsun, Osmanlıca, 700 yıl süren uzun ömrü ile, Türklüğün en büyük yazı dili olmuştur.



27 Şubat 2013 Çarşamba

Diktadan Çöküntüye




     Adolf Hitler ve Nazi Partisi 1933 seçimlerinde en çok reyi aldı. Harp sonrası Almanya’nın en büyük sorunu İngiltere-Fransa blokunun intikamcılığıydı; büyük miktardaki savaş tazminatı yanında sanayinin enerji kaynağı olan Ruhr havzasına el atılmıştı. Savaş sanayii durdurulmuştu, işsiz ve üretemeyen bir halkı enflasyonun bekleyeceği açıktı. İnsanlar işsiz olduklarından değil, işlerini kaybetme korkusundan sokaktaki komünist ve sosyal demokrat partinin gösterilerine katılmıyordu. Düzeni bozacak bu adamlar, önlerindeki ekmeği de kaybetmelerine sebep olurdu. İşin gerçeği şu; Rusya’nın dışında komünist hareketin en güçlü olduğu ülke Almanya’ydı. 1918’deki Spartakist hareketin kanla bastırılmasına rağmen Alman seçmeni hâlâ küçümsenmeyecek bir oranda Komünist harekete sempatiyle bakıyordu. Avrupa’nın en kalabalık ve güçlü proletaryası Almanya’daydı ama tarihin en beceriksiz komünist partisi de Almanya’dakiydi. Çalışan sınıfları kimin sürükleyeceğine bakmak lazım; galiba Naziler kalabalık orta sınıfı daha becerikli bir şekilde peşlerinden sürüklediler.


     ‘Hıristiyanca sabır göstermek gerek’ 
Mutlak bir başarı söz konusu değildi; nasyonal sosyalistler birinci partiydi. Ama diğer muhafazakârlar ve sosyal demokratların o tarihte bir araya gelmeleri söz konusu olamazdı. Sonradan Ankara’ya büyükelçi olan Franz von Papen dahil sağ politikacı ve partiler Hitler’i daha ehven gördüler ve Cumhurbaşkanı Mareşal Hindenburg da geleneksel Alman ölçülerine göre gözü pek tutmasa da bu eski onbaşıyı başbakan tayin etmekte fazla tereddüt etmedi.
Sözde seçimle gelen hükümet kısa zamanda bütün anayasal düzeni altüst etti. İşsizlerden çok işini kaybetmekten korkan sendikalardan bunalan sermaye ve geniş orta sınıf Nazi ilerlemesini destekledi . Naziler sınıf kavgasını zorbalıkla önledi ve Mussolini’den öğrendiklerini uyguladılar; işverenleri de devlet talimatına ve baskısına bağladılar. Hatta Vatikan’ın kudretli adamı ve Berlin’e nuncius (Vatikan büyükelçisi) olarak gönderilen Kardinal Pacelli dahi “Nazilerin pek matah olmadığını fakat Almanların uygar ve rafine bir millet olduğunu ve haydut sürüsünü kısa zamanda sahneden iteleyeceğini, Hıristiyanca sabır göstermek gerektiğini” söyledi durdu. Geleceğin papasının ve Vatikan devlet sekreterinin Almancası ve Alman kültürü kayda değerdi. Hitler Almanyası’na gösterdiği sabır ise Reich yıkılana kadar devam etti.

     O dönemde Almanya’da Amerikan sefaret müsteşarı olan Katolik ve İrlanda menşeli bir Kennedy vardı. Kardinal Pacelli 1939 yılının mart ayında Papa seçildiğinde Washington’dakiler onu da Pacelli ile dostluğuna binaen Vatikan’a sefir tayin etti. Yeni Amerikan sefiri Papa’ya “Nazilerin kısa zamanda toparlanıp gideceklerine dair öngörünüz pek gerçekleşmedi, kuvvetlendiler ve başa dert oldular” diye hatırlatınca Papa’nın cevabı “Ben o zaman infallable (yanılmaz) değildim” olmuş.

     15 Mart 1933’te Üçüncü Reich’ı muhalefetsiz tam yetkiyle ilan eden Hitler beş yıl sonra 12 Mart 1938’de Avusturya’ya girdi . Anti-semitizm de o tarihten sonra tırmandı. Avusturya adeta en hafif bir çekinceye bile lüzum olmadığını Hitler’e hatırlatmıştır. 9 Kasım’daki ünlü Kristal Gece ile müthiş yağmanın ardından 10 Kasım 1938’de Yahudilerin toplanması ve kamplara sürülmesi başlamıştı. Mart ayı bir tırmanmaydı ve o günün dünyasında herkes önleme değil uzlaşma yolunu tercih ediyordu. Karşı tarafın bu uzlaşmayı bir zaaf olarak gördüğünü fark edenler dahi oralı olmamayı tercih etti.



İlber Ortaylı 
(Milliyet, 18.03.2012)




26 Şubat 2013 Salı

24 Şubat 2013 Pazar

II. Abdülhamid'in Çeki




     II. Abdülhamid’in Deutsche Bank lehine 40.375,79 liralık imzalı çeki / Abdülhamid II’s cheque of 40,375.79 liras to the Deutsche Bank (15.07.1909)


     5 Mayıs 1325 (18 Mayıs 1909) tarihli posta damgasıyla Selanik’ten “Dersaadet’de Osmanlı Bankası Müdiriyet-i Umumiyesi’ne” ibaresiyle gelen mektup olağandışı bir içeriğe sahipti. Mektup üç hafta kadar evvel tahttan indirilerek Selanik’teki Allatini Köşkü’nde ikamete zorlanan Sultan II. Abdülhamid’in imzasını taşıyordu. Devrik hükümdar, Osmanlı Bankası Genel Müdürlüğü’nden, hesabındaki 52.971 altın liralık mevduatın faiziyle birlikte kendisine ulaştırılmasını talep etmekteydi. Bankanın arşivinde bulunan başka iki vesika, bu talebin akıbetini izleme imkânı veriyor. 15 Temmuz 1909 tarihli ve Abdülhamid imzalı bir makbuz, 13.733,55 liranın Selanik’te kendisine teslim edildiğini belgeliyor; aynı tarihli bir çek ise, Osmanlı Bankası tarafından Deutsche Bank’a 40.375,79 liranın ödenmesi emrini taşıyor.


For English

     The letter mailed on 18 May 1909 from Thessaloniki was rather extraordinary. It was addressed to the General Management of the Imperial Ottoman Bank and bore the signature of Sultan Abdülhamid II, who had been sent to the Allatini Villa in Thessaloniki following his dethronement some three weeks ago. The deposed sovereign requested that the Ottoman Bank deposit the amount of 52,971 liras to his savings account together with its accrued interests. Two other documents from the bank archives allows for the tracing of the transaction until its completion: a receipt signed by Abdülhamid attests to the payment of 13,733.55 liras by the Ottoman Bank, while a check bearing the same date instructs the Ottoman Bank to pay the amount of 40,375.79 liras to the Deutsche Bank. 

Osmanlı Bankası Müzesi / Ottoman Bank Museum

Yazan--> Ayşe Nur KARA


23 Şubat 2013 Cumartesi

Taşkızak Tersanesi




     1455 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun Yükselme Devri'nde hızla gelişen tersane, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Hasköy'den Azapkapı'ya kadar uzanan sahada yaklaşık 300 gemi inşa gözü ile dünyanın en büyük tersanesi haline gelmiş, Akdeniz'i bir Türk Gölü haline getiren güçlü Osmanlı Donanması bu tersanede inşa edilmiştir. Beş asır boyunca birçok atılımlar yapılan tersanede stimli makine teknolojisinin gemilere uygulanması ve çelik gemilerin inşaatına çağdaşlarıyla aynı zamanda geçilmiştir.

     Taşkızak Tersanesi'nde 1827'de ilk yüzer havuz, 1827'de ilk buharlı gemi, 1886 yılında Abdülhamid ve Abdülmecid adı verilen ilk denizaltı gemileri inşa edilmiştir.

     I. Dünya Savaşı'ndan sonra İstanbul'un işgali ve askerden arındırılması Taşkızak Tersanesi'nin kapatılmasına yol açmış, mevcut tezgah ve makineler Gölcük'e nakledilerek orada yeni bir tersane kurulması sağlanmıştır.

     Boğazlar hakkındaki antlaşmadan sonra, Taşkızak Tersanesi 1941 yılında yeniden faaliyete geçmiş, çok az sayıda mühendis ve işçisiyle çalışmaya başlayarak, daha ziyade havuzlama ve onarım amaçlarıyla kullanılmış, küçük tonajlı gemiler de inşa edilmiştir.


     1960 yılından itibaren gelişmesini hızlandırarak yeni atölyeler, kapalı çalışma alanları yapılmış, eski binalardan bir bölümü restore edilerek Türk Deniz Kuvvetleri'nin modern gemi ihtiyacının bir bölümünü karşılayan bugünkü seviyesine ulaşmıştır.
 


Yazan--> Ayşe Nur KARA


21 Şubat 2013 Perşembe

Minyatür




                                                   Budin Kalesi Fethi ( Hünername)



                           Kanuni Sultan Süleyman'ın Cülus Töreni, Matrakçı Nasuh, Süleymanname)
     

                                          Kanuni Sultan Süleyman ve Mohaç Savaşı (Hünername)
                               

20 Şubat 2013 Çarşamba

50 Yıla Damga Vuran Dergi; Servet-i Fünun



     Servet-i Fünun, 27 Mart 1891 - 26 Mayıs 1944 tarihleri arasında yayımlanmış fen, magazin, sanat ve edebiyat dergisiydi. İstanbul'da haftalık olarak yayımlandı ve 53 yıl boyunca tam 2464 sayı çıktı. Ünlü edebiyatçıların görev yaptığı dergi bir edebiyat akımına da adını verdi. İşte Servet-i Fünun'un yayın hayatı: 17 Mart 1891' de yayın hayatına atıldı. Basıldığı Ahmed İhsan Matbaası, Abdülhamid' in verdiği destek ile döneminin en modern matbaası haline geldi. Aynı destek ve Osman Hamdi Bey' in yardımıyla Avrupa'dan ilk kez klişeci getirtilerek dergi bol resimli bir hale getirildi. Tevfik Fikret'in atanmasıyla Servet-i Fünun edebi akımının yayın organı haline geldi. 16 Ekim 1901' de dergide Hüseyin Cahit' in  (Yalçın) Fransız Devrimi' ne dair bir çeviri makalesinin yayımlanmasından dolayı rakip dergi Malumat' ın sahibi Baba Tahir tarafından jurnallenmesi üzerine kapatıldı. Kısa bir müddet sonra mahkemede beraat eden Hüseyin Cahit ve Ahmed İhsan dergiyi çıkarmayı sürdürseler de dergi eski edebi kimliğini yitirerek bol resimli bir magazin dergisine dönüştü. 1908' de II. Meşrutiyet'in ilanı üzerine derginin yanı sıra günlük gazete olarak da çıkmaya başladı. I. Dünya Savaşı esnasında Ahmed İhsan'ın rahatsızlanarak Avrupa'ya gitmesi üzerine yayınını durdurdu. 1924' te resimli bir magazin dergisi olarak yeniden yayına girdi. 1928' de Harf Devrimi' nden sonra '' Servet-i Fünun Uyanış '' adıyla edebi bir dergiye yeniden dönüşmeye çalıştıysa da giderek önemini yitirdi ve 1944' de kapandı.

Yazan--> Ayşe Nur KARA

Kaynak-->  Atlas Tarih sayı:15, syf: 25


19 Şubat 2013 Salı

Da Vinci'nin Haliç Köprüsü Projesi





     Rönesans'ın en önemli simgelerinden olan Leonardo Da Vinci, 1452'de İtalya'da Floransa'nın Vinci köyünde doğmuştu. O, yalnızca bir ressam değil; mimar, mühendis, mucit, matematikçi, anatomist, müzisyen ve heykeltraştır. Milano Dükü'nün emriyle yaptığı "Son akşam yemeği" isimli tablosu ile şöhreti yakalamış, 1506'da tamamladığı eseri "Mona Lisa" ile de tarihin ötelerine kadar ismini duyurmayı başarmıştır.


      
     İkinci Bayezid'in hükümdarlığı sırasında Osmanlı devleti, Fatih döneminde olduğu kadar genişleme kaydedemedi. Cem Sultan meselesinin sebep olduğu bu pasif dönem içerisinde devletin sistemleşmesi konusunda büyük gelişmeler kaydedilmişti. Babası Sultan Mehmed zamanında Batılı sanatçılara verilen değer II.Bayezid döneminde de sürdü. Bunun farkında olan Leonardo da Vinci de araştırmalarına kaynak sağlamak amacıyla 1500'lü yılların başında Osmanlı Padişahı ile temasa geçti. Sultana yolladığı bir arzuhalinde aklındaki projelerden bahsetmiş, ayrıca Sultan Bayezid'in Galata ile Eminönü arasında bir köprü yapma fikrini duyduğunu ve istenirse bu köprüyü yapabileceğini söylemişti. Yapmayı tasarladığı köprü tek gözlü ve çok yüksek olacak, altından geçecek yelkenli gemilere sorun yaratmayacaktı.



     Mektuptaki en ilginç düşünce ise, ancak 1974 yılında yapabildiğimiz Boğaz Köprüsü Projesi idi. Leonardo Da Vinci, talep edildiği taktirde İstanbul'un iki yakası arasında ulaşımı sağlayabilecek bir köprü yapabileceğini bildirdi. Bu tekliflere karşın II.Bayezid'in olumlu ya da olumsuz bir cevap verip vermediğini kaynakların yetersizliği nedeniyle bilemiyoruz. Ancak anlaşıldığı kadarıyla, köprülerin maddi anlamda gereksiz yük oluşturacağı, dönemin nüfusu göz önüne alındığında, düşünülmüş olabilir. 

      Aradan geçen beş asırın ardından bugün, Da Vinci'nin Haliç köprüsü projesinin yapılacağı konuşulmaya başlandı. Tarihimizin içinde bir uhte olarak kalan bu heyecan verici projenin gerçekleştirilecek olması hiç süphesiz, ülkemiz için büyük bir marka değeri getirecek, ülke turizmine katkıda bulunacaktır. 


Yazan--> Ayşe Nur KARA


17 Şubat 2013 Pazar

Tarihi Tersten Okumak



Kitap--> Tarihi Tersten Okumak

Yazar-->Zeynep Dramalı

Tanıtımdan:


     Amerika'da Cadı Avı; Kazıklı Voyvoda; Korkunç İvan; Kara Ölüm; Kristof Kolomb Amerika'nın Son Kâşifiydi; Matbaayı icat Etti, Başkasının Malı Oldu; İngiltere Kralı Evlenemedi Diye, Özel Kilise Kurdu; İngiltere'den Kovuldular, Amerika Birleşik Devletleri'ni Kurdular; Napolyon Az Daha "Abdullah Paşa" Oluyordu; İşkencenin Atası Çin'den; Hammurabi Çürük Ev Yapan Müteahhitin Evini Kafasına Yıkıyordu; Osmanlı Hanedanındaki İlk Kan; Deprem Sayesinde Avrupa'ya Adım Attık; Osmanlı Hizmetinde Leonardo Vinci Ve Michelangelo; Viyana Otursun Kalksın Yağmura Dua Etsin; Tarihe İcraatlarıyla
Değil Bakire Kızlara Olan Düşkünlüğüyle Geçti; Beylerbeyi Sarayı'ndaki Hamam Dedikoduları; Cezayir Korsanları, Fransızlar'! Topa Koyup Attılar; Yelpaze Yüzünden Cezayir'e Gitti; Kadınlara Çengel Attı Kendisi Çengel Çiçeği Oldu; Bakire Kız Uğruna Define Bulmaya Kalkınca Kuyuya Gömüldü; Yavuz'un Damadı Oldu, Ama Delikanlılara Gönül Verince Tepelendi; Yobazın Böylesi Don Yerine Peştamal Bağlatır; Satıcının Sahtekârını Falakadan Başkası Yola Getirmez; Osmanlı'da Sıkıysa Bozuk Yiyecek Sat; Fahişeyi Kıtır Kıtır Doğrattı, Ama Karısı Burnundan Getirdi; Pırasa Yemek Günah mı Hocam; İkinci Mahmud'a "Gözün Kör Olsun" Diyen Kadın Kör Oldu; Kundakta Evlenen Sultanlar; Boynuz Yiyen Paşa, Padişahın Oğlunu Zehirletti; Bitli Olmasının Sayesinde Padişah
Damadı ve Veziriazam Oldu; Öküz ve Kavanoz Lakaplı
Sadrazamlar; Osmanlı Padişahları Nasıl Öldüler; İstanbul'un Semtlerinin İsimleri Nereden Geliyor.



16 Şubat 2013 Cumartesi

Akdeniz'de İki Büyük Güç:İspanyollar ve Osmanlılar




     İspanyollar Akdeniz'in batısında,Osmanlılar ise doğusunda bulunan iki büyük imparatorluktu.Bu iki imparatorluğun kuruluşu 14. ve 15. yüzyılın ortalarında başlıyor.İspanyollar batıdan,Osmanlılar ise doğudan Akdeniz'e hakim olmak istiyordu.1571 İnebahtı Muharebesi'nden önce bu iki devlet,savaş alanında karşı karşıya gelmiş ve birbirleriyle tanışmışlardı.



     1351-1352'de Aragon Krallığı,Venedik'le ve Bizans'la ittifak ederek Cenevizlilere karşı savaş halindeyken,Osmanlı Sultanı Orhan Bey,Ceneviz'in yanında yer almıştı.Böylece,İspanyollar ile Osmanlı arasında düşmanlık,bu savaş sırasında ortaya çıktı (Şubat,1352).Osmanlılar,Cenevizlilerle işbirliği yaparak savaşta önemli rol oynadılar.1.000 kadar okçu Türk kuvveti,Katalanlar ve Bizans'a karşı Galata'yı müdafaa etmişlerdi.

     İspanyol ve Osmanlı monarşileri kuruluşları açısından birbirleriyle parallelik gösterir.Ortaçağ'da,İspanya'nın kuzeyinde bulunan üç dört küçük Hıristiyan beyliğinin Müslümanlara karşı yüzyıllar süren mücadelesi sonucunda Birleşik İspanyol Monarşisi kuruldu.Osmanlılarda,Karesi Beyliğini ülkesine katmış,Rumeli'ye geçmişti (1352) ve Rumeli'de bir imparatorluğun temellerini atmıştı.Sonunda,Anadolu beylikleri ve nihayetinde İstanbul ele geçirildi.Bunların sonucunda,Akdeniz'in doğusunda güçlü bir imparatorluk ortaya çıktı.Bu sırada İspanya'da bulunan Aragon ve Kastilya krallığı,ülkenin güneyinde bulunan Müslümanlara karşı Reconquista (Kutsal Savaş) etrafında birleşmişlerdi.Osmanlı ve İspanyol devletleri tarihinde kutsal savaş,gazâ ve Reconquista,belirleyici bir rol oynamıştır.Kutsal savaşın son safhasında 1492'de Isabel ve Fernando Gırnata,ülkenin güneyindeki Müslüman Devletine karşı savaş açtılar ve yarımadadaki İslam egemenliğine son verdiler.İspanyollar bunu İstanbul'un fethine karşı,İslam'a karşı kazanılmış bir zafer olarak kutladılar.İspanyollarla beraber bütün Avrupa'da bu zaferi kutlamıştı.


     Kristof Kolomb'da bu heyecan içinde,Kraliçe Isabel'den gemiler için para temin etti.Kolomb,Kraliçe'ye "Çin'de Grand Khan ile Osmanlılara karşı bir saldırı organize etmeyi" vaat etti.Yani kutsal savaşın devamı olarak ,Osmanlı İmparatorluğu'nu arkadan vurmak.Kolomb,yanlışlıkla Amerika'yı keşfetti.İki milletin tarihinde, bunun gibi dünya tarihine yön vermiş çok önemli karşılaşma ve paralellik vardır.
İspanyollar,milli yapılarını kuvvetlendirmek için "Morisco" dedikleri Müslümanları ve Yahudileri İber Yarımadası'ndan atmak istiyorlardı.


     Türk denizcileri,İspanya'nın güneyine yakın olan Tunus ve Cezayir'e gitmeye başladılar.Bu sırada İspanyollar,Kuzey Afrika'da Oran ve Konstantin gibi limanları ele geçirmişlerdi.
Kuzey Afrika'da bulunan Müslümanlar,İstanbul'a heyetler göndererek yardım istediler;evvela Fatih'ten,sonra II.Bayezid'den yardım talebinde bulundular.Bunun üzerine Osmanlı denizcileri,kaptanları Kemal Reis idaresinde,1510-1520 yıllarında Batı Akdeniz sularında göründüler.Hicrete zorlanan İspanya Müslümanlarının Kuzey Afrika'ya göç etmelerine yardım ederek onları gemileriyle taşıdılar.İspanyol Monarşisi aynı zamanda,1492 yılında yayımladığı El-Hamra Fermanı ile ülkede bulunan Yahudileri Hıristiyan olmaları için zorluyor,olmayanları Engizisyon mahkemelerinde türlü işkencelere tabii tutuyor veya ülkeden gönderiyordu.


     Yahudi Hahamlarının yardım talepleri sonucunda Osmanlılar, "dinlerini değiştirmeleri için zorlanan Yahudilere" (Sefardik Yahudileri) sahip çıktı ve onları himayesi altına alarak kendi topraklarına nakletti.Osmanlı'nın himayesi altına aldığı bu yahudilerin 100.000 civarında olduğu tahmin ediliyor.Göçmen Yahudiler,Rumeli'deki şehirlere,Avlona ve Selanik'e,Filistin'e,Safed'e iskan ettirildiler.Osmanlılara hayatlarını belkide kültürlerini borçlu olan bu Yahudiler,dönemin Osmanlı'sına önemli teknolojiler getirdiler.Sefardikler,Selanik'te kurulan tekstil atölyelerinde Yeniçerilere kumaş imâl ediyordu.İber Yarımadasından kurtarılan bu Yahudiler,Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik ve sosyal hayatında önemli rol oynamışlardır.

     Veraset ve izdivaç yoluyla hem Alman İmparatoru,hem İspanya Kralı olarak Şarlken,karşısında Osmanlıları buldu.Akdeniz ve Orta Avrupa'daki mücadeleler,dünya harbi halini aldı.Akdeniz'e  kıyısı bulunan Tunus'un stratejik önemi büyüktü.Akdeniz'e hakim olmak isteyen İspanya ve Osmanlı bu bölgeye yerleşmek için girişimlerde bulunmaya başladı.1533'te Barbaros Hayreddin'in ele geçirdiği Tunus'u,Şarlken,1535'te Türklerin elinden aldı,fakat daha sonra Türkler şehri tekrar ele geçirdiler.

     1510'lardan itibaren,Batı Akdeniz'de üsler temin eden Osmanlılar,evvela Cezayir'e yerleşmişlerdi.Tunus üzerindeki bu mücadele Şarlken ve onun oğlu II.Felipe Döneminde devam etmiştir.Baba oğul,Avrupa'da Katoliklik için çalışmışlardı.Osmanlılarda bu devirde,Akdeniz'de büyük bir deniz gücü haline gelmiş bulunuyordu.1538 Preveze deniz zaferi,Akdeniz'de Osmanlı egemenliğinin başlangıcıdır.Osmanlılar,Akdeniz'in bir diğer adası olan Malta'yı ele geçirdikleri halde,İspanya büyük bir tehlikeye girecekti.Bunun farkında olan İspanyollar,Malta Şövalyelerini desteklediler ve bütün Avrupa,Malta Şövalyelerinin arkasında yer aldı.Böylelikle,Osmanlıların 1565 Malta kuşatması,büyük bir zayiatla başarısızlığa uğradı.


     Akdeniz üzerindeki mücadele dolayısıyla süren Osmanlı-İspanyol mücadelesinin ikinci dönemi,Kıbrıs Adası'nın fethiyle başlar.Osmanlıların Kıbrıs'ı fethetmesi sonucu Avrupa'da büyük bir haçlı seferi hazırlığı başladı.Papa'nın çağrılarıyla Venedik,İspanya,Avusturya arasında bir Haçlı birliği kuruldu.Şarlken'in gayrimeşru oğlu olan Don Juan kumadasında 200 kadırgadan oluşan büyük bir haçlı donanması harekete geçti.Hedef,Kıbrıs'ı Osmanlıların elinden almaktı.230 gemilik Osmanlı donanmasına İnebahtı'da baskın yapıldı ve sefer mevsimi geçtiği için zayıf durumda olan Osmanlı donanması savaşı kaybetti (1571).Savaşın galibi Don Juan İspanya'da kahraman olarak karşılandı.Bu savaş,Akdeniz'de Türk egemenliğinin sona erdiği anlamına gelir.Bu zaferden sonra haçlılar,yalnız Kıbrıs'ı değil,İstanbul'u ele geçirmeyi düşünmeye başladılar.Osmanlı donanması yeniden süratle inşa edildi ve 1572'de denize açılarak müttefik Haçlı donanmasının karşısına çıktı.Haçlılar bu kez savaştan kaçındı.

     İnebahtı Muharebesi,İspanyol kültüründe ve tarihinde bir dönüm noktasıdır.İspanya bu zaferden sonra Akdeniz'in hakimi oldu.Hatta,İspanyol edebiyatında Türk figürü,bu zaferden sonra göze çarpar.
Tunus,İspanya için Kıbrıs'tan daha önemliydi.1573'te "kahraman" Don Juan gelip Tunus'u aldı fakat Osmanlılar Tunus'u ertesi yıl tekrar ele geçirdi...

     İspanya,Portekiz işgali (1580) sonucu Amerika'ya ve Hint Denizi'ne yöneldi.Osmanlı ve İspanyol yakınlaşması ilk kez,II.Felipe'nin İngiltere'yi istila planı dolayısıyla gerçekleşti.İngiltere'yi istila etmek isteyen II.Felipe,Akdeniz'in doğusundan gelebilecek tehlikeyi yani Osmanlı'yı durdurmak istemiş ve bunun sonucunda 1584'te bir antlaşma imzalanmıştır...

Yazan--> Ayşe Nur KARA

Kaynak--> Halil İnalcık, Kuruluş ve İmparatorluk Sürecinde Osmanlı:Devlet,Kanun,Diplomasi


14 Şubat 2013 Perşembe

Fransız Kralının Kalbi Odunda Kebap Yapıldı!




     1589'da Fransa tahtına geçen IV.Henri, Habsburgların gücünü yok etmek, Rusya'yı Avrupa siyasetinin dışında bırakmak ve henüz müttefiki olan Türkler'i Asya'ya sürmek  gibi hedeflere sahipti. Bu hedeflerden dolayı IV. Henri, Avrupa Birliği'nin fikir babası sayılmıştır.

     13 Nisan 1598'de Nantes Fermanı ile Protestanlara geniş haklar verdi. Dördüncü Henri'nin döneminde Fransa'da mezhep kavgaları son bulup ülke refaha kavuştu.

     IV. Henri, 14 Mayıs 1610'da bir suikast sonucu öldürüldü. Kral hayattayken, kalbinin Fleche'de hediye ettiği şatoda bir kolej kuran Cizvitler'e verilmesini vasiyet etmişti. Vasiyeti üzerine kralın kalbi çıkarıldı ve tahnit edildi. Ardından vasiyetindeki Prytanee kolejine götürüldü.

     1793'te Fransız ihtilali tüm hızıyla sürerken, La Fleche'ye gelen halk temsilcisi Thirion, kolejde tutulan kalbin alınıp yakılmasını istedi. Askeri bir tören eşliğinde, 183 yıl sonra kutusundan çıkarılan kalp, küçük bir odun demetinin üzerine konularak yakıldı. Kalabalık dağıldığında, La Fleche doktoru Charles Boucher, yakılan kalbin küllerini toplayarak bir şişeye koydu. İhtilalin sancıları geçtikten sonra da 1814'de Prytanee kolejine geri götürülerek bir İncil'in yanına yerleştirildi.



     139 yıl şişenin içinde kalan kalbin külleri, 1953'te Dördüncü Henri'nin 400. yıldönümü kutlanırken, kralın doğum yeri olan Pau'ya getirildi. Fransa Cumhurbaşkanı Vincent Auriol'un da aralarında bulunduğu binlerce kişi, kalbin küllerinin karşısında saygı duruşunda bulundu. Saygı duruşunun ardından, kurşun bir kutu içerisindeki küller, öküzlerin çektiği bir araba ile Pau'da dolaştırıldı. Törenlerin sonrasında ise La Fleche'deki koleje getirilerek kralın vasiyeti devam ettirildi.


Yazan--> Ayşe Nur KARA

Kaynak--> Zeynep Dramalı, Tarihi Tersten Okumak,İstanbul 2010, s.119-121


13 Şubat 2013 Çarşamba

Ali Kuşçu




     Verdiği eserlerle Astronomi ve Matematik ilminde dünya çapında şöhrete ulaşan âlimimiz Ali Kuşçu 1410 yılında Semerkand'da doğmuştur. Babası, Muhammed, Türkistan ve Maverâünne-hir emîri Uluğ Bey'in Doğancıbaşısıdır. Alâüddin Ali İbni Muhammed'in "Kuşçu" lakabı buradan ileri gelmektedir.


    Genç yaşında riyaziyye (matematik) ve astronomiye merak salan Ali Kuşçu, ilk tahsilini Semerkand'da yaptı. Bizzat Uluğ Bey'den astronomi ve riyaziye okudu. Aynca devrin meşhur âlimlerinden Bursa'lı Kadızâde Rumî'den ders aldı.

     Semerkand'dan sonra yine devrin ilim merkezlerinden Kirman'a giden Ali Kuşçu, burada tahsilini ilerletti. Kirman'da bulunduğu esnada, Nasırüddin-i Tûsi'nin "Tecrid'ül-Kelâm" isimli eserini şerhetmiştir. Ali Kuşçu'nun bu çalışması "Şerh-i Cedid" diye meşhur olmuş ve uzun müddet medreselerde okutulmuştur. Yine Kirman'da ayın şekillerini gösteren "Eşkâl-i Kamer" isimli eseri yazmıştır.

     Kirman'da tahsilini ikmal ettikten sonra tekrar Semerkand'a dönen Ali Kuşçu burada Uluğ Beyin kurmuş olduğu rasadhâneye (gözlemevi) müdür olmuştur. Rasadhanenin iyi bir şekilde işlemesini sağlayan Ali Kuşçu aynı zamanda Uluğ Bey'in yıldızların yerlerini ve hareketlerini gösteren cetvel olan "Zîc" adlı eserine yardım etmiş daha sonra da Uluğ Bey'in bu meşhur eserim tamamlamıştır.

    Uluğ Bey'in 1450'de vefatı üzerine, Tebriz'e giden Ali Kuşçu orada Uzun Hasan'ın talebi üzerine bir müddet kalmıştır. İlme ve âlime büyük değer verildiği 15.Asırda yaşamanın verdiği imkanlarla değerli eserler üreten Ali Kuşçu aynı zamanda her gittiği yerde etrafına toplanan talebelere verdiği derslerle de şöhret bulmuştur. Uzun Hasan da bu değerli Âlime büyük değer vermiş, kendisine çok itibar etmiştir. Fakat Ali Kuşçu'nun en büyük talihi Fatih Sultan Mehmed Han'la karşılaşması olmuştur.

     Uzun Hasan, Osmanlı Devletiyle barış görüşmelerini yürütmek üzere Ali Kuşçu'yu Fatih'e elçi olarak göndermişti. Bu vesileyle Ali Kuşçu'yu yakinen tanıyan ilme âşık idareci, Ali Kuşçu'dan İstanbul'da kalmasını istemiştir. Bu teklif karşısında Ali Kuşçu'nun davranışı tam ilmiyle âmil bir kişiye yakışacak tarzdadır.
Ali Kuşçu Padişahın bu teklifini şeref vesilesi bildiğini ve memnuniyetle kabul ettiğini bildirmiş, ancak İstanbul'a bir vazifeyle geldiğini ve bu vazifeyi tamamlayacağına dair Uzun Hasan'a söz verdiğini bu yüzden üzerine aldığı elçilik vazifesini yerine getirip, görüşmelerin neticesini Uzun Hasan'a bildirdikten sonra ailesini de alarak İstanbul'a geleceğini söylemiştir.

     Fatihle görüştükten sonra Tebriz'e dönen Ali Kuşçu, Ailesini de alarak İstanbul'a doğru yola çıkmıştır. Fatih, Ali Kuşçu'ya İstanbul'a gelinceye kadar, şimdiki değer ölçüsüyle bir servet olan günlük bin akça harcama tahsis etmiştir. Ayrıca Ali Kuşçu Osmanlı-Akkoyunlu hududunda büyük bir merasimle karşılanmış ve İstanbul'a getirilmiştir. Bu durum, devre hakim zihniyeti gösteren müşahhas bir misaldir...
İstanbul'a gelen Ali Kuşçu devrin en büyük ve yüksek tahsil müessesesi olan Ayasofya Medresesine günde iki yüz akça ile müderris tayin edilmiştir. Medresede kelam, dil bilgisi, riyaziye ve heyet (Astronomi) dersleri veren Ali Kuşçu bir taraftan da eserler yazmaya devam etmiştir.

    Ali Kuşçu'nun devrinde İstanbul medreselerinde matematik ve astronomi çok gelişmiştir. Verdiği eserler uzun müddet medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur.

Başlıca eserleri şunlardır:


  • Risale-i fı'1-Hisab (Matematiğe dair bir eser),
  •  "Risalet-ül-Muhammediye" (Peygamber Efendimizin Nübüvvetine dair yazılmış bir eser. Bu eseri Fatih'e takdim etmiştir.),
  •  Risalet-ül Fi'1 Hey'et (Astronomiye dair farsça kaleme aldığı bu eseri, Otlukbeli zaferi günü tamamladığından esere "Risalet-ül Fethiye" ismini vererek Fatih'e takdim etmiştir.), 
  • Mah-bub-ül Hamail Fi Keşf-il Mesâil (Meselelerin keşfinde tılsımların en makbulü adlı ansiklopedik bir eser),
  • Unkud-üz-Zevahir Fi Nazm-ül-Cevahir (Mücevherlerin dizilmesinde görülen salkm)

  • Ali Kuşçu bu eserlerinden başka; yukarıda bahsettiğimiz gibi Nasırüddin Tusi'nin eseriyle, Kadı Adudiddin'in "Risale-i Adudiye" isimli eserine de şerh yapmıştır.


İlme hizmet eden bu değerli Âlimimiz 1474 yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Mezarı Eyüb Sultan Camii haziresindedir...


Yazan --> Ayşe Nur KARA


11 Şubat 2013 Pazartesi

''Yine Gelin''




      Yıldırım Bayezid,1396 yılında haçlı ordusuna karşı kazandığı Niğbolu Muharebesinde, cesaretinden ötürü "Korkusuz Jean" diye anılan,Fransız hanedanından Nevers kontu Jean Sans Peur'u esir etmeyi başarmıştı.Esirlerin arasında başka Fransız asilzadelerde bulunuyordu.Bunlardan birisi de Mareşal Boucicaut'tu.Boucicaut katledilecekken, Jean Sans Peur'un sultanın önünde diz çöküp merhamet istemesi üzerine bağışlanmıştı.Esir alınan asilzadeler için yüklü miktarda fidye istenmiş,Fransa fidyeyi yeni vergi kanunları çıkararak ve kiliselerden yardım toplayarak denkleştirebilmişti.Nihayet esirler fidye karşılığı serbest bırakılacak iken,"Korkusuz Jean" ı sultanın huzuruna çıkardılar.Padişahın o esnada söyledikleri savaştan korkusunun olmadığını özetler nitelikteydi:

     "Jean,haber aldım ki sen memleketinde büyük bir kimse ve kudretli bir prensin oğlu imişsin.Gidiyorsun,birçok yıllar ileriye bakmayacaksın ve ilk silah tecrübendeki başarısızlıktan dolayı kabahatli görülebilirsin.Bu lekeyi silmek ve şerefini tekrar kazanmak için belki bana karşı sevk etmek ve benimle harp etmek için kuvvetli bir ordu toplarsın.Eğer senden korkmuş olsam seni ve arkadaşlarını bana karşı katiyen silah kaldırmamanız için dininiz ve şerefiniz üzerine yemin ettirebilirim.Fakat hayır,böyle bir yemin istemeyeceğim.Aksine memleketine döndüğün zamanda bir ordu toplayarak buraya sevk edersen memnun olacağım.Beni daime hazır ve harp meydanında seni karşılayacak durumda bulacaksın.Şimdi bu söylediklerimi hoşuna gidenlere  de tekrar et.Çünkü silah işlerine hazırım,bunları ve fütuhatımı genişletmeyi arzu ederim..."


Yazan-->  Ayşe Nur KARA

Kaynak--> Kaynak: Erhan Afyoncu,Fransa'ya Osmanlı Tokadı,s.13-14



10 Şubat 2013 Pazar

Meşhur Osmanlı Sarayları-1




    Yönetimde bulunan kişilerin ve ailelerinin barındığı ihtişamlı mekanlardır saraylar. Bildiğimiz üzere Osmanlı saltanat sürdüğü dönem boyunca muazzam saraylara imza atmıştır. Osmanlı' da yönetim saraydan yönlendiriliyordu ve bu sayede yönetim tek merkezde toplanıyordu. 

     Osmanlı saraylarından en eski örnek Bursa'da Orhan Bey zamanında inşa edilen Bey Sarayı'dır. Günümüze hiçbir kalıntısı kalmamış olan bu saray, daha o dönemde
Osmanlı sultanlarına henüz "Bey" dendiği için bu adla anılmaktadır.

Edirne Sarayı


        
Babussaade (Saadet Kapısı)


     Edirne'deki Osmanlı saraylarından biridir. İstanbul’daki Topkapı Sarayı’ndan sonra Osmanlı’nın en büyük sarayı idi. Günümüze yalnızca çok küçük bir kısmı ulaşabilmiştir. Yapımına II. Murat döneminde başlanmış, Fatih Sultan Mehmet zamanında Mimar Şehabettin’e tamamlattırılmıştır. En görkemli zamanı, padişah IV. Mehmed'in saltanatlığında yaşandı. Bu devirde içine yeni köşk, oda, kasr, çeşme ve havuzlar yapıldı. Saraya gidip kalmış Osmanlı padişahları arasında Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim, I. Ahmed, IV. Mehmed, II. Ahmed, II. Mustafa, III. Ahmet bulunur. 22 Ağustos 1829'da Rusların kente girip, şehri terk ettikleri tarih olan 14 Eylül 1829’a kadar geçen süre içinde sarayda büyük bir yıkım yaşandı. 1878’deki 93 Harbi sırasında ise Rusların Edirne'yi işgal edeceği haberi üzerine valinin emri ile sarayın yakınında bulunan cephaneliğin Rusların eline geçmesin diye ateşlenmesi üzerine saray ortadan kalktı.


Eski Saray



     Eski Saray Osmanlı Devleti’nin İstanbul’un fethinden sonra yapılan bir saraydır ve Süleymaniye ile Beyazıt Camii arasında yer almaktadır. İstanbul’un fethinden sonra yapılan bu ilk saray “Saray-ı Atik” ismini almıştır. Topkapı Sarayı’na da ''Saray-ı Cedid'' ismi verilmiştir. Osmanlı kaynaklarında Edirneli tarihçi Ruhi Edrenevi’nin belirttiğine göre sarayın mimarı, Edirne’de Üç Şerefeli Cami ile Edirne Sarayı’nı yapmış olan Muslihuddin’dir. Eski Sarayın yapımının bitiminden sonra, 1458’de Fatih Sultan Mehmet Topkapı Sarayı’nı yaptırmaya başlamıştır.

     Eski Sarayda yaşayan kalabalık bir saray mensubu bulunuyordu. Eski Saray 1541 yılında yanınca burada yaşayan harem halkı Topkapı Sarayı’na taşınmıştır. Bundan sonra da Eski Saray gözden düşmüş, yaşlanmış, cariyelerin yanı sıra ölen padişahın annesi, kadınları ve kızları yaşamaya başlamıştır. Burada yaşayan Kadınefendi’lerin erkek çocuklarından birisi Osmanlı tahtına çıktığında burada yaşayan padişah annesi de Valide Sultan olarak Topkapı Sarayı’na dönerdi.


İbrahim Paşa Sarayı

      Kanuni Sultan Süleyman’ın  damadı ve veziri olan Pargalı Damat İbrahim Paşa’ya ait Sultanahmet Meydanı’nda bulunan bir yapıdır.Daha önceden At Meydanı Sarayı olarak bilinen saray İbrahim Paşa’nın Kanuni’nin kız kardeşiyle evlenmesinden sonra kendi adını almıştır.Sarayın yapım tarihi tam olarak bilinmemektedir.ancak II.Bayezid döneminde yapıldığı söylenmektedir.Topkapı sarayından daha görkemli olduğu yazılmıştır.Hatta Paşa’nın oğlu’nun düğünü görkemli olunca Kanuni Sultan Süleyman kendi oğullarının düğününü gölgede bırakan bu törene pek içerlemiş. İbrahim Paşa durumu şöyle toparlamış: “Sizin düğününüze ben davetliydim, benimkineyse siz... Bu düğünün ihtişamı misafirinden, yani sizden kaynaklanıyor.”


Topkapı Sarayı



     Şüphesiz Osmanlıda en ihtişamlı dönemler Topkapı Sarayında yaşanmıştır.600 yıllık imparatorlukta 400 yıl şahitlik yapmış bu saray İstanbul Sarayburnu’nda 1478’de Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır.Saray Sultan Abdülmecit zamanına kadar kullanılmıştır.Saray halkı Abdülmecid’in yaptırdığı Dolmabahçe Sarayında hüküm sürmüşlerdir.Ancak hiçbir zaman önemini kaybetmemiştir.Kabeden getirilen kutsal emanetler bayramlarda padişah tarafından ziyaret edilirdi.Günümüzde müze halinde ziyaretçilere açıktır.


İshak Paşa Sarayı



     İshak Paşa Sarayı'nın yapımına 1685'de Doğubeyazıt Sancak Beyi olan Çolak Abdi Paşa tarafından başlatılmış ve saray onun oğlu Çıldır Valisi İshak Paşa ve torunu Mehmet Paşa tarafından 1784'te bitirilmiştir. Bu saray dünyanın ilk kalorifer tesisatı döşenen sarayıdır. Cami’nin kubbeleri Türkistan kubbeleri gibi olan saray Topkapı Sarayı'nı andırır; kapıları ise Selçuklu stilindedir. İshak Paşa Sarayı, Osmanlı İmparatorluğu'nun Lâle Devri'ndeki son büyük anıt yapısıdır.



Hıdiva Sarayı



     Tarihi kaynaklara göre, bugün ki bina aynı yerde yapılmış üçüncü binadır. İlk yapı, Sultan III. Ahmed'in Kadıaskerlerinden Dürrizade Arif Efendi'nin yaşadığı, Lale Devri'nin ünlü yapılarındandı. İkinci yapı ahşap bir bina olan Halilpaşazade Arif Efendi Yalısı'dır.

Yazan--> Ahmet TUNCEL


9 Şubat 2013 Cumartesi

Oğuzların Göktürk Egemenliğine Alınması




    Türk tarihinde bir bilinçaltı olgu olarak devletsel teşkilatlanma dürtüsü, Aşina boyu tarafından idare edilen Göktürk Devleti için büyük sorun teşkil etmişti. Dokuz Oğuzlar, Göktürk hakimiyetini kabul etmeyerek bağımsızlık için sık sık isyan çıkartmış, ancak II.Göktürk Devleti'nin kurulmasından sonra Tonyukuk'un önlemleri ile itaatleri sağlanmıştır. 

     II.Göktürk Devletinin istikrar kazanmaya, ülke içinde birliği sağlamaya çalıştığı bir dönemde (680-689) Oğuzların bulunduğu yerden bir "kaçak" gelerek[1] Tonyukuk'a istihbarat vermişti. Bu istihbarata göre Dokuz Oğuzlar Çin'e ve Kıtanlar'a elçi göndererek, günden güne gelişmekte olan Göktürk Devleti'nin ortaklaşa yok edilmesini planlıyorlardı. Aksi taktirde Göktürk Kağanı Kutlug'un cesareti ve Tonyukuk'un zekası ile Çinlileri, Kıtanları de Oğuzları öldüreceklerini düşünüyorlar[2], Kıtanlar doğudan, Çinliler güneyden ve kendileri de Kuzeyden saldırarak Göktürkleri etkisiz hale getirmeyi amaçlıyorlardı.[3]

     Bu haberleri alan Tonyukuk endişeye kapılmıştı. Çinlilerin, Kıtanların ve Oğuzların birleştiklerinde çok geç kalınmış olunacağını sezmiş[4] ve bir şeyin zayıf iken yenilmesinin kolay, kuvvetlendikten sonra ise zor olduğunu söyleyerek Kutluk Kağan'ı uyarmıştı [5]. Kutlug Kağan ise vezirinin tavsiyelerine uyarak orduyu istediği gibi idare edebileceğini söyledi. Bunun üzerine Tonyukuk, Ötüken Dağlarına doğru ordusunu sevk etmiş, İnekler Gölü ile Tola Irmağı tarafından gelen Oğuz saldırısını karşılamıştı[6].

     Oğuzların altı bin kişilik kuvvetine karşılık Tonyukuk iki bin askere sahipti. Ancak Tonyukuk birlikleri Oğuzları ağır bir yenilgiye uğratarak geri çekilenleri de ırmağa sürdüler. Bir kısmı savaş meydanında bir kısmı ise ırmakta boğularak öldü. Bu savaştan sonra diğer Oğuz kütleleri gelip Kutlug Kağan'a itaatlerini bildirdiler[7]. Yeni kurulmuş olan II.Göktürk Devleti, Tonyukuk'un yerinde siyaseti ile büyük bir tehlike atlatmış oldu. 



[1]Tonyukuk Yazıtı, 8.satır
[2]Tonyukuk Yazıtı, 9,10.satırlar
[3]Tonyukuk Yazıtı, 11.satır
[4]Tonyukuk Yazıtı, 12-13.satırlar
[5]Tonyukuk Yazıtı,14.satır
[6]Tonyukuk Yazıtı, 15.satır
[7]Tonyukuk Yazıtı, 16-17 satırlar.

Yazan--> Ayşe Nur KARA

Kaynak--> 1) Ahmet Taşağıl, Göktürkler I-II-III, Ankara 2012, s.313-314
                   2) tariheyolculuk


8 Şubat 2013 Cuma

Osmanlı Saatleri-2




Asma Duvar Tabağı Saat


    Elimizdeki en eski Osmanlı saatlerinden  biri olan bu tabak saat, aynı zamanda en müstesna mekanik saatlerimizden biridir. Şimdi Topkapı Sarayı Divit Odasın ‘nda bulunduğu yer, ancak bir gölgelikte dinlenme yeridir. Saat 17. yüzyılın ortasında, başka saat yapmamış ya da yaptıklarını görmek bize nasip olmamış Şahin isimli bir Osmanlı saat ustasının  eseridir. Yelkovanın  henüz bir ibre olarak kullanılmadığı, vaktin sadece  akrep ibresiyle  elifi  elifine değilse de az buçuk  takribi ölçüldüğü,  üçe beşe bakılmayan  vakarlı devirlere aittir.

     Saatin ön yüzü de  arkası da, fevkalade bir işçiliğin, emeğini  esirgemeyen bir davranış biçiminin,  her baskının, hatta her çatının veya  tulumbanın dahi  kazıma tekniği ile işlenip çiçeklerle  bezendiği başka  bir  halin ve  muhayyilenin eseridir.  Saat salyangoz tertibatlı ve saat başlarında çalarlıdır. Kasanın süslenmesinde mine,  yakut , firuze  gibi taşlar kullanılmıştır. Mekanik konstrüksiyon tüm  güzelliği ve inceliğine  rağmen devrin içe  dönük,  katmanlı tab’ı  sebebi ile kendi  içine sırlıdır. Tek bakışta  sezmek ve keşfetmek  mümkün değildir;  açarak uzun ve derin  bir bakışla  her defasında  başka bir özelliğini,  emek  verilmiş  çok küçük detaylarını  incelemek gerekir. Milimetresi  bile boş geçilmemiş  bu  eser,  kendindeki  her şeyi vermenin  önemli bir örneğidir.


Yazan--> Ayşe Nur KARA


6 Şubat 2013 Çarşamba

İlk Türk Mizah Dergisi


 

      İstanbul’da Teodor Kasap tarafından önceleri Fransızca ve Rumca bir mizah  dergisi olarak yayımlanan (Diyojen, “mukaddime”, 24 Kasım 1870) Diyojen, 24 Kasım 1870’de de Türkçe olarak çıkmıştır. Dergi, başlangıçta dört sayfa olarak  haftada bir defa Perşembe günleri,  23. sayıdan başlayarak haftada iki kez, 148. sayıdan sonra da haftada üç kez yayımlanmıştır. Daha sonra derginin Ermenice nüshası da basılmıştır.

       Teodor Kasap, ilk sayıdan başlayarak yayın hayatına son verildiği 183. sayıya kadarki tüm nüshalarında “Diyojen” logosunun altına, ünlü filozof Diyojen’in İskender’e söylediği:  “Gölge etme başka ihsan istemem” söylemine yer vererek siyasal iktidara, besleme basının rağbet gördüğü bir ortamda hükümetten hiçbir  maddi destek istemediğini ve tek isteğinin yönetimin basın özgürlüğüne müdahale etmemesi mesajı olmuştur.

      Derginin çıkış amacı ilk sayının  “Mukaddime”  kısmında ele alınmış, yazıda halkın düşünceleri ile hükümetin icraatlarını ve maksadını mizahi yoldan ortaya koymak olarak ifade edilmiştir. Bu konular yazılıp çizilirken de halkın günlük hayatta kullandığı sade Türkçe’nin kullanılacağına özen gösterileceği vurgulanmıştır (Diyojen, 24 Kasım 1870).

      Türkiye’de modern mizahın ilk örneklerinin yayımlandığı dergi, Ali Bey, Ebuzziya Tevfik, Namık Kemal, Nuri Bey, Reşat Bey’in imzasız yazılarına da yer vermiştir. Derginin yazarları makale ve fıkralarını Teodor Kasab’ın öngördüğü doğrultuda kaleme almışlardır. Kendisi de Voltaire’nin  “Mikromega” adlı eserini Türkçeye çevirerek derginin 62-68 sayılarında, “Monte Kristo” adlı romanını da Fransızcadan tercüme ederek 66-123. sayılarında tefrika etmiştir (Ebuzziya, 1994: 479-480).

       Dergide işlenen konular arasında büyük bir çoğunluğu dönemin siyasi ve sosyal olayları oluşturmaktadır. Mizahi bir üslupla hükümetin yanlışlıkları, suistimalleri, dış ve iç siyasetteki beceriksizlikleri ele alınmıştır. Yayım süresi boyunca üç karikatür basan diyojen, üç kez geçici olarak kapatılmıştır. İlki 4. sayısında İran Şahının Kerbela gezisini konu alan bir yazıdan dolayı bir buçuk ay, 14. ve 15. sayılarındaki yazılardan dolayı 15 gün, 121. sayısında edebe aykırı fıkralar ile 123. sayısında hükümeti küçük düşürücü yayınından dolayı da 2 ay kapatılmıştır. Son sayılarındaki siyasal içerikli mizah yazıları nedeniyle de 9 Ocak 1873 tarihli 183. sayısından sonra yönetimce yayın hayatına son verilmiştir.

Yazan--> Ayşe Nur KARA



5 Şubat 2013 Salı

Hırsızlık 20.Yüzyıl Başında Gelenek Oldu





     Tarihi  ibadethanelerde bulunan, manevi ve maddi değerlerine paha biçilemeyen halı ve kilimler, seccadeler,  kandil ve şamdanlar, buhurdanlar, ayet ve hadislerle süslü yazı levhaları çoktan yok oldu. Bügün en büyük camilerimizin bile, Osmanlı dönemindeki zengin mefruşatı ile nasıl göründüğünü ancak hayal edebiliriz.

       Tarihi cami ve mescitlerimizin mimari kıymetleri kadar, süslenmesinde kullanılan taşınır kültür varlıkları da (teberrukat eşyası) dikkati çekici özelliklere sahip ve çok zengindi.Hem yapıları inşa ettirenler, hem çevresinde yaşayan cemaati ; onların daha güzel görünebilmesi için yaptıkları bağışlarla, ibadethaneleri adeta bir müze haline getirmişlerdi. Birbirinden kıymetli halı ve kilimler, seccadeler, kandil ve şamdanlar, buhurdanlar, üzerinde ayet ve hadisler ya da özlü sözlerin bulunduğu yazı levhaları, avizeler, top askılar, çekmeceler , yazma Kur’an’lar, rahle ve cüz muhafazalarının varlığını birçok  belgeden öğrenebiliyoruz.

       Ayrıca Kabe örtüleri, mukkades hatıralar, eski kılıç veteberler, sancaklardan oluşan malzemeyi de hatırlamak gerekli. Çoğu dönemlerinin kıymetli malzemesi ile üretilmiş olan bu eserler, zaman zaman kötü niyetli kişilerin hedefi olmuş ama bu koleksiyolar 19. yüzyılın sonuna kadar yerlerinde korunabilmişti. Bu dönemden itibaren İslam sanatına olan ilginin yükselmesi ile hırsızlık olayları arttı. Bazı yapıların birkaç ay içerisinde defalarca soyulması ya da ilgilililerinin cahillikle bu eserlere zarar vermesi karşısında, bunların bir müzede korunması  fikri ortaya çıktı. Böylece  Evkaf-ı  İslamiye ( İslam Vakıfları) adıyla bir müze oluşturuldu. Bu müze günümüzde Kültür Bakanlığı’na bağlı Türk ve İslam Eserleri  Müzesi’dir.

      Taşınır vakıf kültür varlıkları, Cumhuriyet  döneminde Kültür Bakanığı ‘na  bağlı müzelerde toplanmaya devem etti.  Manevi  değerleri kadar maddi değerleri de büyük olan bu eserlerin birçoğu da maalesef yurtdışındaki müzelere ve özel koleksiyonlara kaçırıldı.
  
        Tarihi camiler bugün neredeyse tüm eşyalarını kaybetmiş olarak ziyaretçilerini ve ibadet edenleri karşılamaktadır.  Özenle üretilen ve asırlarca camilerde biriken  bu özel eserler, çoğu zaman yapının mimarisini  tamamlayan unsurlardı.  Artık en  büyük  ve anıtsal camiler bile orijinal  eşyalarına sahip değildir. Çok övdüğümüz Süleymaniye , Selimiye, Sultanahmet gibi anıtsal camiler için de durum aynıdır. 
 

       En kötüsü ise, fonksiyonlarına  göre özenle tasarlanan ve üretilen bu özel  eserlerin yerine, türlü bahanelerle günümüzün kötü örneklerinin konması. Eski halı ve saf  seccadelerinin yerine, temizliği daha kolay oluyor denilerek tek parça kötü tasarlanmış halılar yayılmakta. Nefis cüz ve Kur ‘an muhafazalarının yerini, sıradan kitap rafları  ya da dolaplar almış, bazı camilerdeki  yüzlerce yıllık levhalar ise sahteleri, hatta fotokopileri ile değiştirilmiş durumda.

        Rahleler, tamamen unutulmuştur. Kandil ve şamdanlar kulanılması bile, bunlar yapının mekan etkisini   oluşturan en önemli unsurlardı. Bugün bir Osmanlı  mescidinin ya da bir selatin caminin zengin mefruşatı ile nasıl göründüğünü, ancak hayal edebiliriz. Cahillik ve ilgisizlik ile  yokettiğimiz  ya da   yutdışına kaçırılan bu eserlerle, camilerin içi  de boşaltılmıştır.

       Yakın geçmişe kadar tarihi camilerin duvarlarını süsleyen irili ufaklı levhalar çalındıkları gerekçesiyle Vakıflar tarafından toplatıldı,  çok küçük bir bölümü  bugün Beyezıt ‘daki  Hat Sanatları Müzesi ‘nde sergileniyor. Büyük kısmı ise depolarda. Toplanan binlerce halının sadece bazıları Türk ve İslam Eserleri Müzesi ile Vakıf Halı  Müzesi ‘nde sergileniyor, gerisi depolarda yahut çoktan çürüdü.


Yazan--> Ayşe Nur KARA

Kaynak--> NTV Tarih


4 Şubat 2013 Pazartesi

Osmanlı Saatleri-1



Fransız Cep Saati

      Breguet et Fils (Breguet ve oğulları) imzalı bu eser, bir cep saati ve altındaki kaidesi olarak iki bölümdür. Bu iki makine birbiri için yapılmıştır. Cep saati, Breguet yapımı çeyrek çalarlı çok kaliteli hassas bir saattir. Normal bir cep saati olarak kullanılabilir, diğer parçası olan kaidesine yerleştirildiğinde, kaidedeki ayar düğmesi saat yerleştirildiği an kaç ise ona göre ayarlanır. Cep saatinden kaideye değen incecik bir manivela çeyreklerde, buçuklarda ve saat başlarında kaidenin bir masa saati olarak çalmasını sağlar. Saat kaideye yerleştirildikten sonra, bir çalar mekanizma olan kaide ile senkronize çalışmaya başlar; çalarlı bir masa saatine dönüşür. Bu saat, Napoleon'un II. Mahmud'a armağan ettiği '' Pendule Sympathique'' ile birlikte hem Topkapı Sarayı saat koleksiyonunun önemli bir parçası, hem de Breguet saatleri arasında dünyada çok sözü edilen bir örnektir. Mekanizmadaki hassasiyetin yanında, kasa görünümü ve işçiliği de fevkalade sanatlı ve müstesnadır.

Yazan--> Ayşe Nur KARA


3 Şubat 2013 Pazar

Romos ve Romulus İkizleri






     Bir efsaneye göre Roma kenti MÖ 753’te Romus ve Romulus tarafından kurulmuştur. Bu efsaneye göre Romulus Roma’nın kurucusu, Romus ise onun ikiz kardeşidir.

     Eski İtalyan kentlerinden Alba Longa’nın Numitor adında bi kralı vardır. Numitor’un tahtına göz diken kardeşi Amulius onu devirir ve tahtını güvenceye almak için, Numitor’un kızı Rhea Silvia’ya hiç evlenmeyeceğine ilişkin yemin ettirir. Evlenirse, doğacak çocukları tahta sahip çıkacağından korkmaktadır. Oysa savaş tanrısı Mars, Rhea’ya aşık olur. Rhea’nın Mars’tan ikiz oğulları dünyaya gelir.Rhea’nın oğullarının büyüyüp kendisini tahtından edecekleri kaygısıyla, Amulius bebekleri bir sandığın içinde Tiber Irmağı’na attırır. Taşan ırmağın suları alçalınca ikizlerin içinde bulunduğu sandık kıyıya vurur. Onları bulan dişi kurt, sütüyle besleyerek büyütür. Kurt gibi, Mars’ın kutsal saydığı hayvanlardan olan ağaçkakan da çocuklara yiyecek taşır. 
 Daha sonra ikizleri bulan kralın çobanı Faustulus onları karısına götürür. Çobanla karısı Romus ve Romulus adlarını verdikleri çocukları öz çocuklarıymış gibi büyütürler. Her ikisi de gözünü budaktan sakınmayan, güçlü ve yiğit delikanlılar olur ve serüvenci birçoban çetesinin başına geçerler.Bir gün Romus yakalanır, cezalandırılmak üzere Numitor’un huzuruna çıkarılır. Delikanlının hiç çobana benzemediğini gören Numitor, onu sorguya çeker
ve çok geçmeden kim olduğunu anlar. Amulius’a baş kaldıran Romus ve Romulus onu öldürüp krallığı büyükbabaları Numitor’a geri verirler.

     Bir kent kurmaya karar veren Romus ve Romulus, dişi kurdun onları emzirip büyüttüğü yeri seçerler. Romulus, Palatium (günümüzde Palatino) Tepesi’nin çevresine bir duvar örmeye başlar. Romus yaptığı duvarın çok alçak olduğunu ileri sürerek kardeşiyle alay eder ve kanıtlamak için üzerinden atlar. Öfkesine yenik düşen Romulus, Romus’u öldürür.

     Bir başka efsaneye göre ise iki kardeş ikiz oldukları için kentin başına kimin geçeceğine karar vermek amacıyla kehanetlere başvururlar. İkisi de birer tepeye çıkar ve gelecek kehanetleri beklemeye başlarlar. İlk kehanet Romus’a gelir: 6 tane akbaba görmüştür. İkinci olarak Romulus’a kehanet gelir: 12 akbaba görmüştür. Romus ilk kendisinin kehaneti gördüğünü öne sürerek başa geçmek ister, fakat Romulus kendisinin daha çok akbaba gördüğünü ileri sürer ve o da başa geçmek ister. Böylece iki kardeşin arasında bir tartışma olur, Romulus Romus’u öldürür ve başa geçer.


Yazan--> Ahmet TUNCEL



Kraliçe Victoria'nın Fermanı




      Kraliçe Victoria tarafından verilen ve Ottoman Bank’ın 500.000 sterlin sermayeyle kurulmasını onaylayan ferman (24 Mayıs 1856) 

     1855 yılında Stephen Sleigh ve Peter Pasquali adlı iki İngiliz müteşebbisin hayali olarak başlayan Ottoman Bank projesi, bir yıl sonra Kraliçe Victoria’nın fermanıyla hayata geçirildi. İstanbul'da kurulan Ottoman Bank, tamamen İngiliz sermayesinin hâkim olduğu ve yeni gelişen Osmanlı bankacılık piyasasında yer edinmeye çalışan mütevazı bir özel banka olarak faaliyetlerine başladı.

For English:

     Queen Victoria’s Royal Charter authorizing the foundation of the Ottoman Bank (May 24, 1856).

     In 1855, two British entrepreneurs, Stephen Sleigh and Peter Pasquali, conceived a plan to establish an “Ottoman Bank.” The following year, the bank received its royal charter from Queen Victoria and started to operate in İstanbul. At the time of its establishment in 1856, the Ottoman Bank was a modest, private British bank trying to find a niche in the still underdeveloped Ottoman financial market.


Yazan--> Ayşe Nur KARA

Kaynak--> salt online


1 Şubat 2013 Cuma

Kibyra Antik Kenti




     Burdur Gölhisar’da Kibyra kentinin kurulduğu bölge, Antik Çağ’da  Frigya, Karya, Likya ve Pisidya kültür bölgelerinin ve ticaret yollarının kesişme noktasındaydı. 2006’da başlayan Burdur Müzesi’ne bağlı arkeolojik çalışmalar, 2010’ da Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’ne devredildi. Kazılar Yrd. Doç. Dr. Şükrü Özüdoğru başkanlığında bir ekip tarafından yürütülüyor.

     Kibyra’da kent merkezi üç egemen tepelik üzerindedir. Kamu yapıları, doğuda stadiondan başlayarak batıdaki tiyatro ve meclis binasının oturduğu sırt arasında yoğunlaşıyor. Agora ve küçük iş yerleri de bu eksen üzerinde. 405 hektarlık bu sit alanında sadece küçük bir bölgede çalışma yapıldığından yüzde 95’i halen toprak altında. Ortaya çıkarılan birçok yapı, 2,5-3 metre dolgu toprak kazılarak bulundu. Antik kentteki stadion (stadyum), odeion/ bouleuterion (müzik evi/meclis binası), hamam, agora ve tiyatro yapılarının iyi korunmuş olarak günümüze ulaştığı anlaşıldı.

     Kentte odeion/bouleuterion yapısının önünde 560 metrekarelik eşsiz bir mozaik döşeme bulundu. Döşemeyi ortaya çıkarmak için yapılan çalışmalar kısa bir süre önce tamamlandı. Mozaik, renkli tessera’ larla ( küp biçiminde kesilen küçük taş parçaları ) yapılmış ve geometrik motiflerle bezenmiş. Bazı küçük eksik ve göçmeler dışında tamamen sağlam durumda. Eksik alanlara ait tesseralar kazılar sırasında ortaya çıktığından, bir restorasyon çalışmasıyla mozaik döşeme tümüyle tamamlanabilecek. Büyük bir alanı tek parça ve kesintisiz olarak kaplayan döşeme, bu kadar sağlam durumda olduğu için önemli. Ayrıca döşeme üzerinde, stoa çatısını destekleyen sütunlara ait 10 sütun altlığı in situ (yerinde) bulundu. Döşemede, ikisi sütun altlıklarının arasında, diğeri güneydoğu köşedeki panelde Yunanca üç yazıt bulunuyor.

     Yazıtlar incelendiğinde 3. Yüzyılın ilk yarısında Roma döneminde yapıldığı anlaşılıyor. Yazıtlardan, döşemeyi Epankrates’in oğlu Aurelius Sopatros, ve kardeşi Klaudios Theodoros’un gönüllü olarak yaptırdığı öğreniliyor.


Yazan--> Ayşe Nur KARA

Kaynak--> 1) NTV Tarih
                  2) www.kibyra.com/