31 Ocak 2013 Perşembe

Kayıp Kent Juliopolis





     Juliopolis antik kenti Ankara’nın Nallıhan İlçesi, Çayırhan Beldesi Gülşehri Mevkii’nde yer almaktadır.  Kentin eski Skopas (Aladağ Çayı) üzerindeki Sarılar Köprüsü civarında olduğu ve Sarıyar baraj gölü suları altında kaldığı bilinmektedir. Kente ait bazı kalıntılar günümüzde baraj gölünün kuzey doğu kıyılarında görülebilmektedir. Kentin nekropolu ise baraj gölünün kuzey kıyısındaki kalker kayalık üzerinde yer almaktadır. Nekropolda yapılan kazılar sonucu ele geçirilen Juliopolis sikkeleri ile bu alanın Juliopolis kentinin nekropolu olduğu anlaşılmıştır. 

     Juliopolis antik çağlarda Bithynia Bölgesi ile Galatia Bölgesi sınırında yer almaktadır. Frig döneminden beri iskân görmüş bir köy iken, ismi Friglerin kurucu Kralı Gordios’ tan dolayı Gordioukome (Gordios’un köyü) olarak bilinmektedir. Kent Helenistik dönemde küçük bir kasaba olarak yaşamını devam ettirir. Antik kaynaklar Juliopolis’in Roma İmparatoru Augustus döneminde ( M.Ö. 27 – M.S. 14 )   kent statüsüne kavuşturulmuş olduğunu bildirmektedir. Şehir asıl önemini ise özellikle Erken Bizans çağında Konstantinopolis’ten Nikaia’ya ve oradanda Ankyra’ya uzanan ve hacıyolu olarak bilinen yol üzerinde yer almasına borçludur. Bithynia bölgesinin bu yeni kentinin ismi Kleon adında bir çete reisi tarafından Romalı Julius Ceasar’ a atfen Juliopolis olarak değiştirilmiştir. 

        Juliopolis adı edebi eserlerde de yaygın olarak görülmektedir. Plinius (M.S. 61–112) Bithynia’ nın yöneticisi olduğu sırada (M.S.103) yazdığı mektuplarda Juliopolis’ den  ” içinden geçenlerin çok, trafiğin yoğun olduğu bir sınır kasabası “ olarak bahseder. M.S. 4. ve 9. yüzyıllar arasında Juliopolis’ in Hıristiyan papazlarının imzaları düzenli olarak Bizans sinot meclisi (ruhani meclis) kayıtlarında görülür. 

        Juliopolis 9. yüzyılda İmparator I. Basil’e ( M.S. 867–886) atfen Basilium-Basileion ismini alır ve 11. yüzyıla kadar bir şekilde varlığını sürdürür ve bu tarihten sonra edebi eserlerde ismine rastlanmamaktadır. Olasılıkla bu tarihten itibaren kent önemini yitirerek tarih sahnesinden kaybolmuştur.


Yazan--> Ayşe Nur KARA


30 Ocak 2013 Çarşamba

Kanlı Kontes: Elizabeth Báthory



     Elizabeth Báthory, Macaristan Krallığı’nın en ünlü soylu ailelerinden biri olan Bathory ailesinden gelen Kontes Elizabeth Bathory, tarihin en kötü şöhretli kadınları listesinde kuşkusuz ilk sıralarda yer alıyor. Bathory, 54 yıllık yaşamı boyunca işlediği korkunç cinayetler nedeniyle de dünyanın en ünlü kadın seri katili ünvanını taşıyor. 

     Báthory, kendinden "Kanlı Kontes" olarak bahsettirmiştir. Kocası öldükten sonra büyücülükle uğraşmaya başlamıştır. At ve türevleri hayvanların kurban edildiği ayinlere katıldığı da söylenmektedir.

     40 yaşına geldiğinde, yaşlanıp güzelliğini kaybedeceği telaşına düşen "Kanlı Kontes", birgün hizmetkarı olan genç bir kızın saçlarını tararken canını acıtması üzerine ona öyle bir tokat atmıştır ki, genç kızın yüzünden düşen bir damla kan Kontes'in ellerine dökülmüştür. Kontes bu kanla, kızın gençliğini ve güzelliğini aldığını zannetmiş ve uşağına emir vererek kızın bütün kanını bir küvete doldurtup "kan banyosu" yapmıştır.
Sonrasında iyice yoldan çıkan Kontes, 612 bakire kızı kaçırtıp, bu kızlara tepesinden asılı bir kafeste, işkence çektirmiş; kafesten akan kanlarla ise duş almıştır.


     Yaptıkları anlaşılan Báthory hücreye kapatılmış, 1614 yılında ise hücresinde ölü olarak bulunmuştur. Şizofreni hastası olan Bathory, aynı zamanda Bram Stoker'in Dracula isimli romanının,III. Vlad'dan sonraki en büyük esin kaynaklarından birisidir. Ayrıca ''Kanlı Kontes'' olarakta bilinen Madam Bathory'nin küçüklükte yaşadığı öne sürülen bir rivayet vardır:. Küçüklükte kişilik bozukluğu yaşamış olan Elizabeth annesiz ve babasız amcasının evinde yaşamaktadır. Bunun sebebi amcasının ve yengesinin işkenceye düşkün insanlar olmasıdır. Amcası ve yengesi küçük kızın önünde bir adamı işkence için bir atı ikiye bölüp içine o adamı sokmuşlardır ve yine Bathory'nin önünde bu atı tekrar dikmişlerdir. O günden sonra Elizabeth  işkenceye meraklı bir çocuk olmuştur ve  normal çocukların oynadığı oyunlardan uzak durmuştur. Bathory'nin herkesin yapmaya korktuğu bazı uygulamaları vardır ve bu yüzden Madam Bathory küçüklükten gelen bir kişilik bozukluğu yüzünden ruhsal olarak üzerine sıçrayan kanın onu güzelleştirdiğini düşünmektedir...

Yazan--> Ahmet TUNCEL



Antik Dönemlerden Yakın Tarihe Anadolu’da Tıp- 3



Selçuklu Döneminde Tıp


     Anadolu tarih boyunca çeşitli kültürlerin merkezi olmasının yanında ticaret yollarının da üzerinde bulunuyordu. Bu durum ekonomi ve kültür alanlarında gelişme olmasını da sağladı. Ticaret yolları üzerinde, nüfusları yüz bini aşan Konya, Kayseri, Sivas gibi kentler önemli bir merkez haline gelmiş, buralarda çok sayıda medrese, köprü, cami, han, hamam ve hastane yapılmıştır. Özellikle II. Kılıç Aslan ve Alâeddin Keykûbât zamanında çağrılan bilim insanları ve sanatçılar Anadolu’ya yerleşerek bilim ve sanatın ilerlemesine yardımcı olmuştur. Günümüze ulaşan mimari eserler, arasında tıp tarihi açısından önemli olanlar darüşşifalardır. Selçuklular Anadolu’nun birçok yerinde bunlardan yapmış ve bu kuruluşları büyük vakıflarla destekleyerek yüzlerce yıl yaşamalarını sağlamıştır. Kayseri Gevher Nesibe Daruşşifası, Sivas Keykavus Daruşşifası, Divriği Turan Melik daruşşifası, Çankırı Atabey Ferruh Daruşşifası, Kastamonu Ali Pervane Daruşşifası ve Amasya Darüşşifası, Selçuklu daruşşifalarından bazılarıdır. Bu daruşşifalar yüzlerce yıl boyunca hastalara teşhis ve tedavi hizmeti vermiştir. Bunlar aynı zamanda doktor, cerrah ve eczacı yetiştiren birer eğitim kurumu işlevi de görmüştür. Bu daruşşifalar sayesinde Osmanlı tıbbı, genel hatlarıyla Anadolu Selçuklu tıbbının mirasçısı olarak devam etmiştir. Selçuklular’ın kurduğu birçok sağlık ve sosyal yardım kuruluşunun vakfiyeleri, Osmanlı kadılarınca tam olarak geçerli sayılmış ve bu kuruluşların sonraki yıllarda da toplumsal görevlerini sürdürmesi sağlanmıştır.

Ayrıca bakınız--> Antik Dönemlerden Yakın Tarihe Anadolu’da Tıp- 1

Ayrıca bakınız--> Antik Dönemlerden Yakın Tarihe Anadolu’da Tıp- 2

Yazan--> Ayşe Nur KARA

Kaynak--> www.populertarih.com

28 Ocak 2013 Pazartesi

Entrikalarla Dolu Dönem:VIII.Henry

   

      VIII. Henry (24 Haziran 1491 - 28 Ocak 1547), İngiltere kralı. Henry, babası VII. Henry'den sonra Tudor Hanedanı'na geçecek 2. prensti. Ama ağabeyi Arthur ölünce tahta o geçmiştir. En çok, altı kez evlenmesi ve İngiltere'yi Roma Katolik Kilisesi'nden ayırarak tamamen İngilizleştirerek Anglikan Kilisesini kurması ile tanınır.


VIII.Henry

     Henry'nin Aragonlu Catherine ile evliliği sırasında altı çocuğu oldu ama bunların arasından sadece bir kız çocuğu, Prenses Mary sağ kaldı. Kral, Anne Boleyn'e olan aşkının da etkisiyle Catherine'in erkek çocuk doğuramamasını evliliklerinin lanetli ve geçersiz olduğuna bağlayarak evliliklerini sonlandırmak istedi. Fakat, Catherine'nin yeğeni İspanya İmparatoru V. Karl veya Şarlken, Henry'nin bu isteğine şiddetle karşı çıktı. Yaklaşık altı yıl boyunca boşanmak için uğraşan Henry, İngiliz Reformu ileAnglikanizm kilisesini kurdu ve ilk evliliğinin geçersiz olduğunu ilan etti. 1533 yılında Anne ile evlendiler ve evlilikleri 3 yıl sürdü. 

            Aragonlu Catherine

    Anne Boleyn 1536 yılında kardeşi Rochford Vikontu George Boleyn'in de aralarında bulunduğu 5 kişiyle zina, vatan hainliği ve ensest ilişki suçlarını işleme nedeniyle tutuklanarak yargılandı. Yargılandığı tüm bu konularda aleyhinde yeterince delil olmadığı halde yine de idam cezasına çarptırıldı ve kardeşi George'dan iki gün sonra 19 Mayıs 1536'da Londra Kulesi'nde idam edildi. George ile birlikte idam edilenler arasında Henry Norris, Sir Francis Weston, Sir William Brereton ve Mark Smeaton da vardı. Anne'in yaptığı doğumlardan sağ kalan tek  çocukları I.Elizabeth'tir.



Yazan--> Ahmet TUNCEL

Türk nedir? (Atatürk'ün verdiği cevap)





"Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir. 

GAZİ MUSTAFA KEMAL"


Kaynak--> www.ttk.org.tr


27 Ocak 2013 Pazar

1895 Borsa Krizi





      Osmanlı Bankası, 1890’lardaki borsa spekülasyonundan yararlanmak için müşterilerine alım, satım, emanet ve temettü gibi hizmetlerinin yanında hisse ve tahvillerin teminat olarak gösterilebildiği avanslar teklif ediyordu. Bankanın Paris ve Londra komiteleri duruma şüpheyle yaklaşırken dönemin genel müdürü Sir Edgar Vincent uyarıları görmezden geldi, hatta Güney Afrika’ya yaptığı bir seyahat sonrasında bölgedeki altın madenleri hisselerinin kapışılmasına yol açan beyanatlarda bulundu. Ancak Londra Borsası’ndaki ani bir çöküş sonucunda Galata Borsası’nda hisse fiyatları tabana vurdu. 1895 yılının Ekim ayı sonu itibariyle halk, mevduatlarını geri çekmeye ve banknotlarını iade etmeye başladı. Banka, İstanbul’un önemli bir kesimini iflasa sürükleyen bu krizi hükümetin desteği ve özellikle de Londra’dan apar topar gönderilen 1.000.000 lira değerindeki altın sayesinde zar zor atlatabildi.

Güney Afrika hisselerinden Transvaal Consolidated Land and Exploration şirketinin hisse senedi (SALT Araştırma, Osmanlı Bankası Arşivi)

For English:

1895 Stock Exchange Crash

     In order to profit from the 1890s speculative wave among the public, the Ottoman Bank offered all sorts of related services such as the selling, buying and custody of stocks and bonds, and the collection of dividends. Most importantly, it developed a system of advances backed by stocks and bonds that attracted some cautious warnings from the bank's committees in London and Paris. Sir Edgar Vincent, far from heeding this advice, triggered even more speculation by promoting South African gold mine stocks. However, following a drop in the London market, the Galata stock exchange suddenly crashed and by the end of October 1895, the Ottoman Bank was overwhelmed by massive withdrawal of savings and redemption of banknotes. A number of local speculators were completely ruined by the crash, while the bank barely survived through the government's support and the shipping of over 1,000,000 liras in gold from London.

A share of the South African Transvaal Consolidated Land and Exploration Company (SALT Research, Ottoman Bank Archive)


Yazan--> Ayşe Nur KARA


Süleymaniye Camii Onarım Çalışmaları



                                             Süleymaniye Camii onarım çalışmaları, 1950'ler-
                                             Restoration of Süleymaniye Mosque, 1950s



26 Ocak 2013 Cumartesi

''Osmanlıcı'' bir banknot






     15 Temmuz 1880 tarihinde Osmanlı Bankası tarafından ihraç edilen 1 liralık banknot birçok açıdan ilginçti. Her şeyden önce 1880’de, yani Sultan II. Abdülhamid’in saltanatının dördüncü yılında çıkarıldığı hâlde üstünde 1875 tarihi ve 1876’da tahttan indirilmiş olan Sultan Abdülaziz’in tuğrasını taşıyordu. 1875 yılında hazırlanıp basılmasına rağmen, araya giren kriz yüzünden beş yıl kadar bekletilmişti. Banknotun en ilginç özelliği ise, beş farklı dilde ibareler içermesiydi. Fransızca ve Türkçe’nin yanı sıra Yunanca, Ermenice ve Arapça dillerinin kullanılması, tarihin Hicri yerine Rumi takvimle verilmesi banknotun ilk tasarlandığı dönemdeki Osmanlıcılık akımının bir temsiliydi.

Mustafa Mazhar mühürlü, Beauvais ve Vincent imzalı 1 liralık banknot
(Osmanlı Bankası Müzesi)


For English:

An “Ottomanist” banknote

     A new banknote, first issued on 15 July 1880 by the Ottoman Bank, was rather unique for a number of reasons. First of all, although it was issued in 1880 during the fourth year of the reign of Sultan Abdülhamid II, it bore the date of 1875, and carried the tuğra (monogram) of Sultan Abdülaziz, who had been dethroned in 1876. It appears that the banknote was prepared and printed in 1875 but had been on hold since, due to the financial crisis at the time. The most interesting aspect of the banknote was that it carried inscriptions in five languages: Turkish and French, as usual, but also Greek, Armenian and Arabic. The multi-lingualism, in addition to the use of the Gregorian calendar rather than the Islamic calendar, testified to the Ottomanism of the time.

1 lira note sealed by Mustafa Mazhar and signed by Beauvais and Vincent
(Ottoman Bank Museum)

Yazan--> Ayşe Nur KARA

Kaynak--> salt online

25 Ocak 2013 Cuma

Padişahın Macuncusu Rızai Kadın




     Karacaahmet Mezarlığı'ndaki bir mezar taşı sayesinde, padişah hareminde yaşamış kadınlardan biri hakkında bilgi sahibiyiz. Taş, III. Mustafa'nın macuncusu Rızai Kadın'a ait. Kitabesinde şöyle yazıyor: '' Hüve'l-baki/ Beni kıl mağfiret ey Rabb-i Yezdan/ Bi- hakk- ı 'Arş-ı azam nur-ı Kur'an/ Gelüp kabrim ziyaret eden ihvan/ Edeler ruhuma bir Fatiha ihsan/ Merhum Büyük Sultan Mustafa/ Efendimizin macuncusu merhume/ Ve mağfure el-hace Rızai Kadın/ Ruhuna Fatiha/ Fi 3 Rebiülevvel 1222'' ( 11 Mayıs 1807)

     Hizmet ettiği padişahın ölümünden sonra 33 yıl daha yaşayan Rızai Kadın'ın bir köşeye atılmadığı, mezarından anlaşılıyor. III. Mustafa (1717-1774) döneminde sarayda çok önemli bir yer işgal ettiğine de kuşku yok çünkü bu padişah, ilm-i nücuma(astroloji), zehir, panzehir ve macunlara duyduğu ilgiyle tanınıyor.

      III. Mustafa'nın zehirlerle ilişkisi tahta çıkmadan başlamıştı. Çocukluğunu babası III. Ahmed'in saltanatında, Lale Devri ortamında geçirmiş ama 13 yaşındayken Patrona ayaklanmasıyla birlikte, babası tahttan indirilince dört kardeşiyle birlikte Topkapı Sarayı'nın şehzadeler hapishanesi olan Kafes Kasrı'na kapatılmıştı. Amcaoğulları I.Mahmud ile III.Osman saltanat sürerken, o loş bir dairede yanlızlığa gömülen Mustafa'nın en büyük korkusu zehirlenmekti. Çünkü Kafes'e kapatılan birçok şehzadeyi alenen öldürmektense zehirlenerek öldürüldüğünü ortadan kaldırıldığını çok iyi biliyordu.

      Bunun için kendince çareler düşündü. Bağışıklık kazanmak için, azar azar zehir kullanmaya başladı. Bir kaç kere zehirlendiği halde kurtulmayı başardı.
1757 de III.Osman ölüp Mustafa 41 yaşında tahta çıktığında, solgun benzi, durgun bakışları, bu panzehirlere bağlandı.

      Tahta çıktığında bir başka sorunla daha karşılaştı. Hanedanda kendisinden başka erkek yoktu.Hatta 1728 yılından beri de hiç doğum olmamıştı. Bu durum Mustafa tahta çıktıktan sonra 8 yıl daha devam etti. Sonunda 1759 da padişahın bir çocuğu oldu. Hibetullah Sultan'ın (1759-1762) doğum şenlikleri, hanedanın bir kız evladı için yapılan en büyük şenlikti. Böyle bir ortamda, macuncu Rızai Kadın'ın haremin önemli şahsiyetlerinden biri olduğunu tahmin etmek zor değil.

Yazan--> Ayşe Nur KARA

Kaynak--> 1) Ntv Tarih

                  2) blog.milliyet.com.tr

24 Ocak 2013 Perşembe

Tahtında Ölen Son Padişaha Veda


    




       Beşinci Mehmed Reşad Osmanlı İmparatorluğu’nun tahtına oturan 35. Padişahtı. II. Abdülhamid tahtan indirildikten sonra ağabeyinin yerine  geçtiğinde 65 yaşındaydı. İmparatorluğun en sıkıntılı  dokuz yılında tahtta kaldı. İttihat ve Terakki’nin güçlü iktidarının her dediğini yaptığı, önüne ne gelirse imzaladığı için halk arasında adı ‘’Dolmabahçe noteri’’ne çıksa da halk Sultan Reşad devrinin ilk yıllarında yaşadığı bolluğu ve özgürlüğü hep hayırla ve özleyerek hatırlayacaktı. Balkan savaşları ve 1. Dünya Savaşı’nın yok olma sürecini hızlandırdığı yaşlı imparatorluğun ihtiyar padişahı 1918’e gelindiğinde çökmüştü. Tahttan indirildikten sonra uzun yıllar göz hapsinde tutulduğu Beylerbeyi Sarayı’na ölen ağabeyi II. Abdülhamid’in 10 Şubat 1918’de vefatı onu daha da sarsmıştı.

      Ağabeyinden sonra 4 ay 21 gün daha yaşayan Sultan Reşad, 3 Temmuz 1918 Çarşamba günü vefat etti. Naaşı Topkapı Sarayı’na getirildi. Hırka-i Saadet dairesi önünde son görevleri yerine getirildikten sonra Kabe örtüsüne sarılı tabutu askerlerin omzunda saraydan çıkartıldı. Ağabeyi II. Abdülhamid’in cenazesinde, tahttan uzak olmasına rağmen dirayetli bir idareci olduğunu anlamış olan İstanbullular ‘’Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?’’  diye arkasından ağlamışlardı. Sultan Reşad’ın cenazesi de en az ağabeyininki kadar gösterişli olsa da İstanbullular cenaze alayına ancak sarayın dış kapısı olan Bab-ı Humayun’dan çıktıktan sonra katılabildi.

       III. Ahmed Çeşmesi’nin bulunduğu meydanda biriken kalabalık; tabutu takip eden veliaht, diğer şehzadeler devlet erkanı; padişahın sağlığında en yakını olan yaverleri, ordu kumandanları ilerlemekteydiler. Beyaz ceketli üniformaları, tuğlu beyaz kalpakları ve sırma kordonlarıyla kalabalığın önünde ilerleyen yaverler hüzünlü manzaraya ayrı bir ihtişam katıyorlardı. Onların hemen önünde ise Enderun görevlilerinden ikisi içinde öd ve sandal ağacı yakılan som altından iki buhur taşıyordu. İstanbul’daki pek çok tekkenin şeyhi de cenaze alayında hazır bulunmuştu. Alemdar Caddesi’nden geçen cenaze alayı Saadeddin Paşa’nın konağının, Hamidiye sebilinin, Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi’nin ve Alayköşkü’nün önünden geçerek Sirkeci’ye doğru ağır ağır ilerledi. Cenaze merasiminden dolayı caddede tramvay seferleri iptal edilmişi otomobil trafiği yasaklanmıştı. Sirkeci’de hazır bekleyen bir istimbota yerleştirilen tabut rıhtımdan ayrılarak Eyüpsultan’a hareket etti.


     Yaşlı padişah henüz hayattayken saray başmimarı Kemaleddin Bey’e zarif bir türbe inşa ettirmişti. Uzun yolculuktan sonra cenazesi ebedi istirahatgahına bırakıldı. Yaşlı padişah henüz defnedilmeden, 4 Temmuz günü tahta geçen 58 yaşındaki Mehmed Vahideddin’in o korkunç günlerde tahta geçişinin nasıl bir talihsizlik olduğunu özetlercesine söylediği rivayet edilen ‘’ Tahta değil kubura oturduk!’’ sözleri ibret alınacak bir cümledir. Sultan Mehmed Reşad ise tahtında ve memleketinde vefat ederek İstanbul’a gömülen son Osmanlı padişahı oldu.


Yazanà Ayşe Nur KARA

Kaynakà NTV Tarih Temmuz 2012 syf:60-61    
                                                                                                               

23 Ocak 2013 Çarşamba

Timur'u Timurlenk Yapan Karınca Hikayesi


     Çağatay Hanı'nın emrinde çalışan orta dereceli bir komutan olan Timur 1000 kişilik bir kuvvetle dostuna (Fahreddin) yardım etmiş geri dönüyordu.Hem yardım ettiği için mutluluk ve gururu hem de adamlarını kaybettiği için üzüntüyü yaşıyordu. Hiç beklemediği bir anda saldırıya uğradı. Bu saldırıya karşılık verildi ama Timur sağ elinden ve ayağından ok yemişti.

     Timur acıyla bir duvarın önüne oturdu. Eli ayağı tutmaz bir durumda hiçbir gücü kalmadığını düşünüyordu. Çok üzgündü ve her şeyin bittiğini biliyordu. 34 yaşında hayatının baharında kurduğu tüm hayalleri bir bir uçup gidiyordu. Bunları düşünürken başını çevirdi ve bir karınca gördü. O karıncayı takip etmeye başladı. O an için Timur' un hayatında ve düşüncelerinde o karınca vardı sadece ve bir farkındalık yaşadı.

     Neydi bu farkındalık? Karınca dayandığı dik duvara tırmanmaya çalışıyor her defasında düşüyordu ve hiç yılmıyordu. Birçok denemeden sonra  karınca o duvarı aşmayı başardı. Timur o an içinden '' Bir karınca bunu başardıysa bende başarırım'' dedi. Zayıf düştüğü o durumdan hemen kurtuldu işte o an Timur'un dünyaya hakim olduğu ilk andı. İnancın ve hayallerin gerçeğe doğru yöneldiği ilk andı.

     Timur daha sonra güçlü bir devlet kurmuş ve kısa zamanda Orta Asya'nın büyük bir bölümünü egemenliği altına almıştı.


Yazan--> Ayşe Nur KARA

Kaynak--> http://blog.milliyet.com.tr



Gravür




                                         Thomas Artus'un kitabında yer alan bir İstanbul gravürü


 

F.Firth'ın Eminönü ve Beyoğlu yakasının Beyazıd Kulesi' nden görünüşünü yansıtan bir gravürü.



Thomas Allom'un gözüyle İstanbul'da bir kahvehane içi




22 Ocak 2013 Salı

Osmanlı'da İstanbul Çeşmeleri









İstanbul'da hüküm süren hemen hemen her sultan, sadrazam, valide sultan ve diğer ileri gelenler Osmanlı kültüründe, sosyal yaşantısında ve mimarisinde önemli yer tutan; döneminin ekonomik, sosyal ve siyasi gücünün göstergesi birçok çeşme yaptırmışlardır.



Yaptırılış amaçlarına göre Vakıf Suları, Mülk Suları, Hassa Suları / Miri Sular gibi değişik adlar altında sınıflanan sulardan kaynaklarını alan bu çeşmeler kimi zaman kamuya açık kent mekânlarını biçimlendiren Osmanlı külliyelerinin bir parçası, kimi zaman da oda çeşmeleri gibi özel mekânları süsleyen, anlamlandıran döneminin mimari zevkini ve özelliklerini yansıtan birer gösterge olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

Günümüze ulaşan kimi belgelerden Osmanlı yönetiminin, özellikle XVI. yy'da genellikle evlere su vermek yerine, mahalle çeşmelerine su götürmeyi yeğlediği anlaşılmaktadır. Bu yaklaşım kendine özgü içedönük mahallelerin, cumbalı,ahşap evleri, çıkmazları, organik sokakları kadar çeşmelerinde mahalleyi biçimlendiren vazgeçilmez elemanlar olmasına neden olmuştur. İnsan ölçeğine uygun organik sokakların açıldığı "cami meydanı, kıraathane-çınar altı üçgeninin tamamlayıcı öğesi çeşme başları" diğer kentlerde olduğu gibi dönemin İstanbul'unda da birer küçük sosyal iletişim mekânıdır.


Kaynak--> www.osmanli.gen.tr


21 Ocak 2013 Pazartesi

Engizisyon Mahkemeleri ve İşkence Aletleri



Engizisyon Nedir?


Roma Katolik Kilisesinin Hristiyanlığı muhafaza etmek ve karşı olanları veya yeni fikirler ortaya atanları cezalandırmak için kurduğu ruhban cemiyeti mahkemeleri. 1183 (H.578) tarihinde kurulmaya başladı ve 1807 (H. 1222)ye kadar tam altı asır devam etti. İtalya, İspanya, Fransa ile diğer Batı Avrupa devletlerinde kurulan bu korkunç malikanelerde sayısız insanlar, ya din uğruna veya yeni fikirler ortaya koydukları için, haksız yere öldürüldüler, yahut diri diri yakıldılar.
Engizisyon mahkemelerini papazlar idare ediyor, bütün muamelatları gizli yapılıyordu. Papa Üçüncü İnnoceutius, Engizisyonun öncülerindendir. Suçlanan kimsenin avukatı veya kendisini müdafaa edecek bir sözcüsü olmazdı ve suçlamaların kim tarafından yapıldığını öğrenmek hakkı yoktu. Engizisyon ruhban cemiyetinin verdiği cezalar içinde "Haçlı seferlerine katılma gibi" cezalar da vardı. Sanıklarda pişmanlık duygusu görülmezse, cezası yakılarak öldürülmekti. Eğer suçlanan kişi ölmüş ise, onu mezar bile Engizisyondan kurtaramaz. Ölü mezardan çıkarılıp cesedi yakılır, mirasına da el konurdu. Almanya’da engizisyonun korkunç temsilcisi Konrad Von Malburg oldu. Mary Tuder, Engizisyon Mahkemelerinin İngiltere’de kurulmasına çalıştı. İtalya’da Üçüncü Paulus zamanında engizisyon faaliyetleri devam etti.
Engizisyon mahkemeleri yalnız Hristiyanlıktan çıkanları değil, bütün aydınları yok ediyor, fennin ve ilmin ortaya koyduğu yenilikleri günah sayıyordu. Dünyanın küre şeklinde (yuvarlak) olduğunu ve döndüğünü Müslümanlardan öğrenerek, Avrupalılara nakleden Galileo bile bu beyanatından dolayı yetmiş yaşlarındayken Engizisyon Mahkemelerine sevk edilmiş, hapishanede gözleri kör olmuştur.Daha sonra sözünü resmen geri alarak kurtulabilmiştir.
Engizisyon mahkemelerinin İspanya’daki zulmü daha büyük olmuştur. 1232 tarihinden başlayarak Engizisyon cemiyeti, İspanya’nın her tarafında birer şube açtı. Müslümanlara, Yahudilere, bunlara taraftar, sevgisi olanlara ve savaşlarda Müslümanlara yardım edenlerin Hristiyanlara yapmadıkları zulüm kalmadı. 1492’de son İslam devleti yıkıldıktan sonra Kral Ferdinand ve karısı Elizabeth, İspanya’daki Müslüman ve Musevilerin tamamını yok etmek için, engizisyonu had safhaya çıkardılar. İspanya’daki Yahudilerle Müslümanlar tamamen imha edilinceye kadar bu mahkemelerde süründüler, oğlunu bile bu mahkemelerde idama mahkum ettiren İspanya Kralı Beşinci Ferdinand, "İspanya’da artık ne Müslüman, ne de dinsiz kaldı." diye iftihar etmiştir.
Engizisyon mahkemeleri insanlık tarihinin lekesi, Hristiyanlığın yüz karasıdır. İspanya’da engizisyonu Napolyon Bonaparte 1807 (H. 1222) senesinde bin bir zorlukla kaldırmış, onun düşmesinden sonra, tekrar canlanan bu vahşet, bir müddet daha devam ederek tarihe karışmıştır.Sayısı pek fazla olan Engizisyon Mahkemelerinin kaç kişiyi ölüme mahkum ettiği kat’i olarak bilinmemekte ise de
milyonları geçtiği muhakkaktır. Çünkü yalnız İspanya’da küçük bir Engizisyon Mahkemesi 28.000 kişiyi ölüme mahkum etmiştir.

Engizisyon Mahkemelerinin İşkence Aletleri



Kafa Ezici: Kurbanın kafası kase biçimli başlığa yerleştirilir, çenesi de alt tarafındaki çubuğa dik gelecek şekilde oturtulur. İşkenceci , vidayı yavaş yavaş çevirir ve suçlunun kafası sıkışmaya başlar. Kase ve çubuk birbirine yaklaştıkça ilk başta dişler kırılır. Daha sonra kafası kırılan suçlu yavaş ve ağrılı bir biçimde ölür. Bu alet orta çağda, özellikle İspanyol engizisyonunda kullanılmıştır. Kafa eziciyle yapılan işkence yarım bırakıldığında suçlanan kişinin göz, çene ve beyninde hasar kalabiliyordu.



Kazığa Oturtma: 15. Yüzyılda Romanya’da uygulanan bir işkence yöntemiydi. Kazıklı Voyvoda yada Kont Dracula olarak bilinen Eflak prensinin kullandığı bir işkence türüdür. Suçlu ucu sivri bir kazığa oturtulur, yavaş yavaş kendi ağırlığıyla kazık vücuduna saplanırdı. Bu yöntemde kazık anüsten girip vücudu yavaşça delerek göğüsten çıkardı. 3- 4 gün süren bu işkencenin verdiği acı dayanılmazdı. Kont’ un söylediğine göre bu şekilde en az 20.000 kişi kazığa oturtulmuştur.


Gergi:Mahkumun eklemlerini yerinden çıkartmak için tasarlanan bu alet tahta bir çerçeve, ikisi alt tarafa sabit ve ikisi de üst kısma kulplarla bağlanmış olarak üzere 4 halattan oluşuyordu. Üst taraftaki kulplar çevrilemeye başlandığında kollar gerilir, kemikler kırılır. İşleme devam edildiğinde kollar ve bacaklar yerinden çıkmaya başlar ve kopmayla sonuçlanır. Daha sonraları gergi aleti geliştirilerek çiviler eklenmiştir. Suçlu direndiği takdirde 
çiviler vücuduna batıyordu.
Yahuda'nın Beşiği (Judas Sandelyesi ):Kazığa oturtmanın benzer bir yöntemidir. Suçlu piramit şeklindeki kazığa, vajinası yada anüsüne denk gelecek şekilde oturtulurdu. Yukarıdan aşağıya ağırlık verecek şekilde iplerle bağlanan suçlunun giderek açılan vajina yada anüsü ölüme kadar devam eder. İşkencenin utanç boyutunu arttırmak içinde tamamen çıplak bırakılır. Bazen ölümü hızlandırmak veya acısını arttırmak için kurbanın ayaklarına ağırlık bağlanırdır. Bu alet her türlü hijyenden yoksun olduğu için suçlu birde enfeksiyonun verdiği acıyla da baş etmek zorunda kalır. 



Iron Maiden ( Demir Bakire- Nurember Bakiresi): Bir çok tipi bulunan bu alet ilk olarak Nuremberg’ de ortaya çıkmıştır. Mumya tabutuna benzeyen bu aletin içinde demirden sivri çiviler bulunmaktaydı. Bu çiviler hayati organlara denk gelmezdi. Çünkü amaç yavaş ve acı veren bir ölümdü. Suçlu kişi bu tabutun içinde ayakta durmak zorundaydı, ayakta durmaktan yorulduğunda vücuduna batan çiviler yaralarını daha derin hale getirmekteydi.


Çift Çatal: İspanyol engizisyonunun din karşıtı olanlara uyguladığı işkence tekniğidir. Metal bir tasmanın ortasında çatala benzeyen sivri kazıklar bulunur. Suçlunun boynuna takılan bu aletin aşağıda ve yukarıda bulunan dişleri çene ve göğse denk gelir. Kurbanın hareketini engellenir, eller arkadan bağlanır. Çok acı veren bu alet hayati organlara batmaz, iç organlara ilerlemez.

İşkence Tekerleği ( Catherina Tekerleği ):Suçlu tahta bir tekerleğin üzerine kolları ve bacaklarından bağlanır, her zaman da ölümle sonuçlanırdı. İşkencelerin en uzun süreni bu yöntemle olanıydı. Tekerlek yavaşça döndürülür, işkenceci demirden sopasıyla suçlunun kol ve bacaklarını kırardı. Kol ve bacaklar iyice ezildiğinde suçlu bu şekilde ya tekerleğin üzerinde bırakılır kuşların canlı canlı kurbanı yemesi sağlanır, ya da yüksek bir kazığa konur susuzluktan ölmesi sağlanırdı. Bu şekilde infaz edilen suçlu günlerce acı çekerdi.



Testere İşkencesi : En çok kullanılan ve kolayca her yere kurulabilen işkencelerden biridir. Suçlu kafası aşağı sarkacak şekilde ayak bileklerinden bir askıya bağlanır bütün kanın beyne akması sağlanırdı. Eller arkadan bağlanır direnmesi engellenirdi. Kan akışı sağlandığında suçlu bacaklarının arasından kesilmeye başlanırdı. Baş aşağı olduğu için suçlunun bilinci uzun süre kaybolmaz ve acı çekmesi sağlanırdı. Zina, ayaklanma, büyücülük, itaatsizlik, hırsızlık gibi suçlardan hüküm giyenlere uygulanırdı. Bu infaz yönteminin çok uygulanmasının nedeni kullanılan aletlerin hemen her evde bulunabilmesi ve hızlı bir şekilde uygulanabilmesidir.




Göğüs Kerpeteni ( Göğüs Koparıcı ) : Kadın suçlular için uygulanılan bir işkence yöntemidir. 19.yüzyılın başlarına kadar Fransa ve Almanya’ nın bazı bölgelerinde uygulanmıştır. Zina yapanlara, bilerek düşük yapan kadınlara, dinden çıkanlara, büyücülük yapanlara, tanrı ve dine küfür edenlere karşı kullanılırdı. Bu alet bazen kızdırılır, bazen de soğuk olarak kullanılırdı. Göğüs ucunu yada göğsü tamamen koparıp suçlunun kan kaybından ölmesine neden olurdu.



Sorgulama Koltukları : bu koltukların tahtadan veya demirle yapılmış birçok çeşidi bulunmaktadır. Bu koltuklar tamamen demir veya tahta çivilerle kaplıdır. Suçlu koltuğa sıkıca bağlanır ve vücudunu delen çivilere rağmen kıpırdayamazdı. Tamamı demirden yapılmış işkence koltuklarının ısıtılıp daha da acı vermesi sağlandığıda olurdu.



Garotte : İspanya’ da ortaya çıkmıştır. Dünyada benzerleri kullanılmıştır ancak İspanyolların geliştirdikleri daha özellikli ve kapsamlıdır. Demirden yapılan tasma biçimindeki boyunluğun arka tarafında omuriliğe denk gelecek şekilde yapılmış vidalı yada çivili bir demir parçası bulunur. Maksat suçluyu konuşturmaktır. İspanyol modelinde ise suçlunun omuriliğini sıkıştırıp, dayanılmaz acılar içerisinde yavaşça ölmesi sağlanırdı.

Metal Kafes ( Tabut ) : Suçlu insan biçimindeki kafese koyulur, güneş alabileceği şekilde bir ağaca yada direğe asılırdı. Çevresinden geçen insanların zaman zaman taş attıkları olur, akbaba ve kuşlar saldırırlardı. Tüm bunlara ek olarak suçlu yorulduğu halde oturamazdı.


Vajina ve Rektum Armudu ( Tıkama Armudu ): Bu aletin adı şeklinden gelir. İki veya üç vida ile genişleyen parçalardan oluşur. Vajina veya rektuma sokulan alet açılabildiği kadar açılır ve tedavi edilemez hasarlara yol açardı. Tıkama armudunun kullanıldığı suçlar ise zina, homoseksüellik, şeytani seks ayinlerine katılma, ensest ilişki kurma gibi suçlara uygulanırdı.



Kedi Pençesi ( İspanyol Gıdıklayıcısı ) : Kedi pençesine benzeyen bu alet bir sopanın ucuna takılarak kullanılır. Uzun, sivri ve keskin tırnakları vardır. Bağlı ve asılı olan suçlunun etini ince ince yırtar. Kas ve kemiklere etki etmezdi. Suçlunun etini kemiğinden ayırırdı. Bazen işkencecinin eline takıldığı da olurdu.


Aşağılama Maskeleri : Direğe bağlanan suçlunun başına geçirilen maskelerin içinde burun ve ağza baskı yapan toplar vardı. Bu toplar suçlunun çığlık atmasını engelliyordu. Başına maske geçirilen kişiyle insanlar alay ediyorlardı. Bazen psikolojik işkencenin yanında fiziksel işkencede uygulanırdı. Maskelerin çeşitleri çoktu. Eşek, domuz gibi hayvanlara benzeyenleri olan maskeler suçluya aptal bir görünüm verirdi. Böylece suçlanan kişi rencide olurdu. 


Timsah Makası : Bu işkence aleti vatan hainlerine, hükümdarlara suikast girişiminde bulunanlara ve bunu başaranlara kullanılırdı. Pense benzeri bir alet olan bu makasların içlerinde jiletler bulunurdu. Ateşte kızdırılıp suçlunun penisi koparılırdı ve kan kaybından ölmesine neden olurdu.


Filistin Askısı (Strappado veya Ters Askı ) : Suçlunun kolları vücudunun arkasında birleştirilir ve bu şekilde yüksek bir direğe iple asılırdı. Bazen vücuda fazladan ağırlıklar eklenirdi. Bu işkence sonucunda suçlunun kolları yerinden çıkardı. 

Ezme : Suçlu yere yatırılır ve üzerine aşamalı olarak ağır taşlar koyulurdu. Cellat bu süreyi istediği gibi uzatabilirdi. İşkence sonucu suçlu nefessiz kalarak ölürdü.


Çöpçünün Kızı : Londra kulesinin teğmeni William Scevington’ un icadıdır. suçlu çömelir ve etrafına metal bir çerçeve geçirilir. Ağzından ve burnundan kan boşalana kadar sıkılır.





Diz Bölücü : Bu alet dizi bacaktan ayırır ve kullanılamaz hale getirmek için kullanılırdı. İki odun parçasının arasında yine odundan yapılmış sivri kazıkla bulunurdu. Dizleri arasına koyup vidaları sıkıştırmaya başladıklarında parçalanarak kopardı. Bu alet başka organların parçalanmasında da kullanılabiliyordu.


Kurşun Süzgeci : Bir sapın ucuna takılı süzgeçten oluşan işkence aletidir. İkiye ayrılabilen bu aletin alt kısmına erimiş metal, kızgın yağ, kaynar su gibi işkencede kullanılacak maddeler koyuluyordu. Süzgeci suçluya doğru sallayarak içindeki kaynar maddelere maruz bırakılıyordu.


Sarkaç : İşkence masasına yatırılıp bağlanan suçlunun üzerine çok büyük ve ağır bir balta sallandırılıp yavaş yavaş ip sarkıtılıyor. Her sarkıtılmada suçlunun vücudu doğranıyor.


Tüm bu işkencelerin dışında kırbaçlamak, falaka, metalden sıcak ayakkabı giydirip etlerin kemikten ayrılmasını sağlamak, demirden sıcak elbise giydirmek, canlıyken derinin yüzülmesi, iç organların çıkarılıp suçlunun görebileceği şekilde yakmak, burnundan yada ağzından ölene kadar su vermek, ayakları ve elleri bağlanmış şekilde boyunlarına ağır taş bağlamak yada çekiçle vurmak, kulak, burun,dudaklar, cinsel organ gibi uzuvları kesmek, saat başı vücudun herhangi bir yerine çivi çakmak, gözleri çıkarmak, dilini kesmek, aç bırakmak, cıva veya kızgın yağ içirmek, kol ve bacakları bağlanan suçluyu ayrı yerlere koşturulan atlarla parçalamak, parmak kırma aletiyle parmakları kırıp kopartmak, vahşi hayvanlara atılma, bekaret kemerleri gibi işkenceler de uygulanıyordu.



Yazan--> Ahmet TUNCEL

Kaynak--> http://www.sanatvetarih.net
            http://engizisyon.nedir.com/#ixzz2IcyMrNk5

Minyatür




                                     Haliç'te gösteriler Surnaame'den - Ressamı Levni 1720



                                              Eğri muhasarasında Osmanlı ordugahı 1596

Ayrıca bakınız: minyatür

Kaynak--> www.ttk.org.tr

20 Ocak 2013 Pazar

Damat Çelebi Lütfi Paşa ve Kanuni'nin Kardeşi Şah Sultan



Yazı için arkadaşım Ahmet TUNCEL'e teşekkürlerimi iletirim.



     Lütfi Paşa 1522'den itibaren Aydın, ardından Yanya sancakbeyliği yaptı. Bu görevdeyken 1529'da I.Viyana Kuşatması'na katıldı. 1529'da Şam valisi oldu ve aynı yıl sonu bu görevden azledildi. 1531'de ikinci defa Şam valisi oldu. 1533'de Karaman Beylerbeyliği oldu ve Irakeyn Seferinde başarılı hizmetlerde bulundu. 1534de kubbe vezirliği görevi verildi. Anadolu Beylerbeyliğine, ardından 1536'da Rumeli Beylerbeyliğine tayin edildi. Üçüncü vezirliğe getirildi. 1537 Korfu Seferi sırasında Barbaros Hayrettin Paşa ile beraber donanma serdarı olarak denize açıldı ve İtalya sahillerini vurdu. Bu arada Venediklilere gönderdiği elçinin esir alınması üzerine, Venediklilere savaş açılmasına ve Korfu adasının kuşatılmasına karar verildi. İki hafta kadar devam eden kuşatma Lütfi Paşa'nın zafer beklentisine rağmen padişahın emriyle kaldırıldı. Lütfi Paşa da geri çağırılıp İstanbul'a döndü. Bir müddet sonra ikinci vezirliğe tayin edildi ve Boğdan seferine iştirak etti. Hayatını Asafname adlı kitabında anlatmıştır. Çelebi Lütfi Paşa Mimar Sinan’ı saraya sokan kişi olarak tarihte yerini almıştır.

Genç yaştan itibaren devlet görevine gelen aynı zamanda Kanuni'nin kız kardeşi Şah Sultan 'la kısa süren bir evlilik yaparak saraya damat da oldu.
Entrikalarla dolu Osmanlılarda Lütfi Pasa ve eşi arasında da sürekli bir gerginlik oluşmuştur.


Şah Sultan ve Lütfi Paşa ile 1523’te evlenmiştir. Gönül dünyası zengin tasavvufa ve maneviyata ilgi duyan iffetli bir sultan olduğu iddia edilmektedir. Fakat kocası Lütfi Paşa'nın çok sert ve katı yürekli bir adam olduğu belirtilmektedir. Anlaşamadıkları için 1541’de boşanmışlar neticesinde kocası sadrazamlık makamını kaybetmiştir. Bir iddia kocası ile boşanma nedeninin kocasının zina yapan bir kadının uzvunu dağlatması neticesi böyle bir cezanın islamiyette varlığı konusunda eşiyle olan tartışması neticesi meydana geldiği yönündedir.Bu iddiaya göre Lütfi Paşa bu duruma karşı çıkan karısını dövmüştür;bunun üzerine şah sultan uşaklarını çağırıp kocasını dövdürmüş ve ardından kardeşi Kanuni'ye başvurup eşinden boşanmış ve eşini sadrazamlıktan azlettirmiştir.19 yıl süren bu evlilikten İsmihan ve Neslihan adında iki kız çocukları dünyaya gelmiştir.

Şah Sultan da görülen bu durumda tıpkı Süleymanın diğer kardeşi Hatice Sultandaki gibi damatları hanedan dışından olduğu için üstünlük kurma gayesi gütmüşler gibi gözüküyor.Kadınların ellerinde bulundurduğu güç ve kendinden eminlilik o dönemde ne kadar sözü geçen oldukları konusunda örnek teşkil etmektedir.



Yazan --> Ahmet TUNCEL

Heyelan 1800 yıllık duvarı ortaya çıkardı


Çanakkale- İzmir Karayolu’nun 18’inci kilometresinde, Erenköy Beldesi önündeki köprülü viyadüğün yanı başında aşırı yağmur nedeniyle meydana gelen ve kameralarca da saniye saniye kaydedilen heyelan, 1800 yıllık Roma Dönemi’ne ait tarihi duvarı gün yüzüne çıkardı.

Çanakkale On sekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Mühendislik Fakültesi Jeoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Doğan Perinçek ve arkeolog Candan Kozanlı bölgede inceleme yapınca taş duvarın, Roma Dönemi’ne ait istinat duvarı olduğu anlaşıldı.

Prof. Dr. Doğan Perinçek, "Bu yolun arkasında antik Ofrenion Kenti yer alıyor. Yine bu bölgedeki bir dere içinde de eski Roma köprüsü var. Bu köprü ve duvarın çağdaş yapılar olduğu düşünülmektedir. İstinat duvarı kademeli olarak yapılmış ve yolun dışına doğru eğim verilmiş. Bu duvar o dönem ki mühendislikle ilgili çok güzel bir örnek. Yaşanan doğa olayı bir mucize" dedi.


Kaynak--> www.hurriyet.com.tr



Selimiye Camii ve Neden Edirne ?





Camiye İlişkin Teknik Bilgiler 
Kurucusu : Sultan İkinci Selim
Mimarı : Koca Sinan
Yapılış Tarihi : 1568 - 1574
Kapladığı Yer : Külliye ile birlikte 22.202 m2
Caminin İçi : 1620 m2
Caminin Haremi : 2475 2
Kubbenin Çapı : 31.30 m.
Yerden Kubbenin Kilit Taşına olan yüksekliği : 43.28 m.
Minarelerin Yüksekliği : 70.89 m. ya da 72.50 m.





Sultan’ın caminin yapılacağı şehir olarak neden Edirne'yi seçtiği kesin olarak bilinmemektedir. Ancak bunun hakkında bazı söylentiler vardır:

    - Selimiye'yi yaptırtan Kanuni'nin oğlu İkinci Selim, 22 Haziran 1567'de İstanbul'dan Edirne'ye gelmiş ve Avusturyalılar'la yapılan barış anlaşmasına kadar burada kalmıştır. Caminin yapım kararının o günlerde verildiğini söyleyenler vardır.



   - Bir başka anlatıma göre ise Türkler tarafından "Seddi İslam" larak algılanan Edirne'nin seçilmesinde padişahın gördüğü bir rüya rol oynamıştır. Evliya Çelebi Seyahatname adlı eserinde padişahın rüyasında İslam peygamberi Muhammed'i gördüğünü ve onun kendisinden Kıbrıs'ın fethi anısına bir cami yaptırmasını istediğini yazmıştır. Ancak Kıbrıs'ın caminin yapımına başlanmasından üç yıl sonra 1571'de fethedildiği bilindiğinden bu iddianın doğruluk payı olamaz.








  - Bu konudaki daha gerçekçi yorumlarda ise o dönemde İstanbul'da yeni bir büyük camiye ihtiyaç duyulmadığı, Edirne'nin Rumeli'deki Osmanlı egemenliğinin merkezi konumunda olduğu ve İkinci Selim'in kentle ilgisinin gençlik yıllarında başladığı,Kanuni'nin İran Seferine çıkarken onu tahtının korunması için Edirne'de bıraktığını ve Padişahın Edirne'ye özel bir sevgiyle bağlı olduğunu hatırlatarak; Edirne Tercihinin bu durumdan etkilendiğini ileri sürenler vardır.



Yazan--> Ayşe Nur KARA