7 Kasım 2014 Cuma
Kibyra Antik Kentinde 1800 Yıllık 'Havuz Sistemi ve Çeşme Yapısı' Bulundu.
BURDUR (AA) - GÖKMEN YÜCE - Gölhisar ilçesindeki Kibyra Antik Kenti'nde yapılan kazılarda, üç kademeli havuz sistemi ile çeşme yapısı bulundu.
Kültür ve Turizm Bakanlığı adına başkanlığını Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi (MAKÜ) Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Şükrü Özüdoğru'nun yaptığı kazılarda, Kibyra Antik Kenti'nde üç kademeli havuz sistemi ile çeşme yapısı ortaya çıkarıldı.
Kazılarda görevli Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Eskiçağ Tarihi Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi İsmail Baytak, AA muhabirine yaptığı açıklamada, bu yılki kazılarda antik kentin agora, çarşı pazar yerinde önemli buluntuların ortaya çıkarıldığını söyledi.
Agorada bulunan havuz sisteminin üç kademeli olduğunu, suyun önce birinci kademeye geldiğini, daha sonra ikinci ve üçüncü kademelere aktarıldığını anlatan Baytak, buradan da insanların kullanımı için başka bir sistemle agoradaki dükkanlara ve binalara dağıtımının yapıldığını kaydetti.
- "Çok muazzam bir görüntüsü ve görselliği olmalı"
Baytak, havuzdaki suyun künkler aracılığıyla dağıtımının yapıldığını, sistemin bazen alt bazen de üst kottan gittiğini ifade etti.
Havuzun alt bölümünde suyun durdurulması için bir sistem ile atık su gideri bulunduğunu dile getiren Baytak, havuz temizlendikten sonra atık suyun agoradaki caddenin altından aşağıya verildiğini bildirdi.
Çeşmenin, antik kentin terasının şekillenmesinin ardından yaklaşık 200 yıl sonra yapıldığının tahmin edildiğini anlatan Baytak, "Havuz ve çeşme antik kentin doğu giriş kapısının önüne yapılmış. Kent o dönem klasik dönemini yaşıyor, çok zengin. Bu çeşme ve havuzun da çok muazzam bir görüntüsü ve görselliği olmalı" dedi.
- Adı "Herakles" olacak
Baytak, havuz ve çeşme yapısının çevresinde sikke ve seramikler bulduklarını, bu buluntulardan yapıların tarihleri hakkında bilgi sahibi olduklarını belirtti.
Havuz ve çeşme yapısının MS 2. yüzyılın sonu, 3. yüzyılın başlarına denk geldiğinin altını çizen Baytak, "Çeşme yapısı, agoranın en önemli buluntularından biri. Herakles (Herkül) heykelinin büstü de burada bulundu. Bu nedenle bu çeşmeye 'Herakles' adını vereceğiz ve literatüre de öyle geçecek" diye konuştu.
Baytak, gelecek yıl yapılacak kazılarda çeşmenin ve havuzun yapısını, suyun nasıl aktarıldığını çizimlerle ortaya koyacaklarını sözlerine ekledi.
Kaynak--> www.radikal.com.tr
Ayrıca Bakınız --> Kibyra Antik Kenti
26 Ekim 2014 Pazar
Egyptian sarcophagus lid sells at auction for £12,000
The top of the coffin, believed to be about 3,000 years old, sold for 12 times its lower estimate in Cambridgeshire.
Stephen Drake, from Willingham Auctions, found the relic covered in cobwebs in a house in Bradwell-on-Sea.
The new owner, who did not want to be named, said it will go to a museum.
The 6 ft 5in (2m) tall Egyptian artefact was owned by big game hunter and journalist Captain 'Tiger' Sarll, who died in 1977.
His granddaughter Ali Watkins attended the sale and said a picture of the sarcophagus was featured in a book presented to Capt Sarll when he appeared on TV show This is Your Life in 1961.
She added it needed restoring as it had woodworm and her grandfather had painted its face.
"He was a great adventurer and travelled the globe… but we don't know the exact history of how it came in his possession," said Ms Watkins.
"We didn't know what it was going to go for but it's a good price and the lady who won the bid was very happy and she thought it was going to go for awful lot more.
"It's going to go to a private museum and I will keep in touch."
Mr Drake said he found the sarcophagus propped up in the corner of a room after being called to help clear Capt Sarll's former home which was being renovated.
"It was like something magical having found it... and then selling for £12,000 is fantastic," he said.
"I felt like Indiana Jones, it was amazing because it was just a normal call.
"The only way into this room was through this big hole in the wall and there was this coffin top covered in cobwebs and dust so it was just like walking into a tomb."
22 Ekim 2014 Çarşamba
Tutankamon'un gerçek yüzü ortaya çıktı!
Neredeyse genç bir kadınınki kadar geniş kalçaları vardı, bacağındaki bir yamukluk nedeniyle bir ayağını tam yere basamıyordu ve dişlekti.
Altından maskesinin ardından mağrur bir biçimde gülümseyen Tutankamon, milyonlarca insanın hafızasına atlı araba yarışlarına düşkün bir soylu olarak kazındı. Oysa yeni bulgular, MÖ 14’üncü yüzyılda hüküm süren genç firavunun yürümek için bastona dayanmak zorunda olduğunu ve 20’li yaşlarını göremeden öldüğünü gösteriyor.
Mısır Firavunu Tutankamon üzerinde yapılan ‘sanal otopsi’ tamamlandı. Sanal otopsinin yanı sıra sürdürülen genetik analizler ise ünlü firavunun ensest ilişkinin meyvesi olduğunu, anne ve babasının kardeş olduğunu gösteriyor. Tutankomun’un kardeşlerinin de çocuk yaşta art arda ölmesinin nedenin de yine ‘akraba evliliği’ne bağlı hormonal bozukluklar olduğu tahmin ediliyor.
Kafatasında ve iskeletindeki bazı kırıklar nedeniyle Tutankamon’un cinayet veya çok sevdiği rivayet edilen araba yarışlarında geçirdiği bir kaza sonucu öldüğüne inanılıyordu.
Şimdi ise bilim insanları genç firavunun genetik rahatsızlık sonucu öldüğünü, vücudundaki kırıklardan sadece birinin (dizindekinin) ölümden önce oluştuğunu ve bastonla yürümesini gerektiren topallığı nedeniyle araba yarışlarına katılmasının imkansız olduğunu söylüyor. Tutankamon’un mezarında bulunan 130 kadar baston da bunu doğruluyor.
İtalya’da mumyalar ve buzadamlarla ilgili araştırmalar yapan enstitünün üyesi Albert Zink ise Tutankamon’un soylu ailesinin DNA’larını inceledi. Zink’in elde ettiği bilgilere göre Tutankamon, Mısır firavunu Akhenaton ve kızkardeşinin çocuğu. Ensest antik Mısır’da tabu sayılmıyordu ve akraba evliliklerinin yarattığı sağlık sorunları da o dönemde bilinmiyordu.
SOY AĞACINDA ERKEN SOLAN BİR DAL
Londra Imperial College’dan Hutan Ashrafian, Tutankamon’un ailesinin bazı üyelerinin hormonal bozukluklardan mustarip olduğunu söyledi. Ancak şunu vurguladı: “Ailenin ataları arasında ileri yaşlara kadar yaşayan pek çok kişi vardı. Ancak bu soy, erken ölmeye başladı ve her jenerasyonda daha da erken öldüler. “
Tutankamon’un ölümüyle ilgili yeni bulgular, BBC One’da “Tutankhamun: The Truth Uncovered” adlı belgeselde yayınlanacak. (DailyMa
Kaynak--> www.radikal.com.tr
Kaynak--> www.radikal.com.tr
20 Ekim 2014 Pazartesi
Perge'den Kaçırılmış
2012 yılında Cenevre Gümrüğü’nde ele geçirilen mermer üzeri heykellerle bezeli Herakles Lahdi’nin, Antalya Perge’den kaçırıldığı kesinleşti. Lahtin bir benzerinin Antalya Müzesi’nde olduğu anlaşıldı.
Aynı taş ustasının elinden çıktığı tespit edilen lahitlerin üzerindeki pek çok figür bile neredeyse tıpatıp aynı. Halen İsviçre’de mahkemesi devam eden lahit için Kültür ve Turizm Bakanlığı hukuki mücadeleyi sürdürüyor. Cenevre Gümrüğü’nde arkeoloji meraklısı bir görevli tarafından fark edilerek alıkonulan lahit, İsviçre Phoenix Sanat Galerisi üzerine kayıtlı. İsviçre makamlarının yürüttüğü soruşturma neticesinde lahde el konuldu. Türkiye olaydan haberdar olunca bir ekibi İsviçre’ye gönderdi. Lahdin Antalya Perge’den kaçırılmış olduğuna karar verildi. İsviçre’de açılan dava sürüyor.
Radikal'den Ömer Erbil'in haberine göre, Perge Antik Kenti sınırları içindeki nekrapol (mezarlık) alanı uzun yıllar özel mülktü. Yıllarca arazi sahipleri ve defineciler tarafından bu alandan lahitlerin kaçak kazılarla çıkarılıp satıldığı belirlendi. Arazi sahibi Elmalı Cezaevi’nde yatan A.Ç. Herakles Lahti ile ilgili verdiği ifadede amcasının kendisine 2001 yılında bir lahit sattığını söylediğini itiraf etti. Lahtin kaçak çıkarıldığı arazide yapılan arkeolojik kazılarda bazı lahitlerin parçalanarak kaçırıldığı görüldü. İsviçre’de soruşturmayı yürüten savcı 1 yıl önce Antalya’ya gelerek Perge’yi ve Antalya Müzesi’ni gezdi. İsviçreli savcı, A.Ç ile de görüştürüldü. Antalya’da sergilenen lahit de kaçak kazılar sonucunda yurtdışına kaçırılmış. Lahdin bir yüzünü 1983 yılında ABD Paul Getty Müzesi ülkemize iade etmiş. Lahtin ön yüzü ise 1998 yılında Almanya’daki Schwartzkopff Koleksiyonu’ndan iade yoluyla alınmış. Antalya Müzesi şimdi müze koleksiyonunda sergilenen lahtin yanına astığı duyuru levhası ile Cenevre’de yakalanan lahti geri istiyor.
Ömer Erbil | Radikal
Kaynak--> Onedio Kültür
20 Temmuz 2014 Pazar
Yağmadan Kurtulan Maya Prensi
For More İnformation:
University of Bonn archaeologists have discovered the untouched tomb of a local prince in the royal palace complex at Uxul, a Maya site in the Mexican jungle near the border with Guatemala. Most of the 11 known buildings in the complex have been prey to looters looking for valuable ceramics and jewelry. Although there was a looting tunnel leading to this building (called K2) as well, the grave was discovered five feet under the floor and was untouched. It’s the first intact grave the team has discovered in four excavation seasons.
Tomb with skeleton, vessels and platesThe tomb is a single chamber with brick walls and a corbel vault. Inside archaeologists found the skeleton of a young man lying on his back with his arms folded over his stomach, five ceramic cups and four ceramic plates, some of them elaborately decorated with paintings and reliefs. One of the plates decorated in Mayan Codex-Style (a black outline drawing that uses the Mayan hieroglyphics seen in their surviving pre-Columbian books) was found on the young man’s skull. He was probably about 20-25 years old when he died, and one of the cups has an inscription bearing a date of 711 A.D. which is likely to be the year of his death, or at least near to it.
Maya prince cup from UxulThat vessel also bears an inscription labeling it as “the drinking vessel of the young man/prince.” Since he was found in the largest building yet discovered in Uxul’s royal palace complex, archaeologists feel secure in pronouncing him the latter since a non-royal “young man” would not get such prime funerary real estate. The absence of jade jewelry marks him as a minor prince, not directly in line for the throne.
Scientists believe that Uxul, originally a smaller independent kingdom, was inhabited and ruled from time to time by the leaders of the ruling Kaan Dynasty in Calakmul. But the influence subsided after 705 AD, and there is a strong likelihood that a local ruling family came to power for a few generations. At the start of the 9th century, Uxul was almost completely deserted.
The Uxul palace complex was completed around 650 A.D. when the Kaan (Kaaaaaan!) dynasty had been in control for two decades. Relief panels found last year in the same building where the grave was discovered depict four of the Kaan kings playing the ballgame. The local royal family that took over after the Calakmul dynasty lost power probably still had some dynastic links to the previous rulers.
The city of Uxul was an important trade hub between the two major Mayan urban centers of El Mirador to the south and Calakmul to the northeast. It had trade links south into Guatemala and north to the Central Mexican Plateau, hence its appeal to its powerful neighbor.
Located deep in the Calakmul Biosphere Reserve, Uxul is difficult to reach. The sole access is 75 miles of jungle paths, and archaeologists can only dig for two to three months during the dry season. Undaunted, the archaeological team hopes to find more unlooted graves in the K2 palace building that will provide valuable information about the shifting power dynamics of the late Calakmul period.
17 Temmuz 2014 Perşembe
III. Selim'in Talimatı
"III. Selim'in bir Ramazan günü şâhit olduğu ekmek sıkıntısına dâir Sadrâzama verdiği tâlimât."
Kaynak--> #Tarih
26 Haziran 2014 Perşembe
Terracotta Heykelleri
Çin'de M.Ö. 210 yılından kalan 8 bin Terracotta askeri heykelinin gizemini 3 boyut teknolojisi ortaya çıkardı: Heykeller hayali değil kralın askerlerinin bire bir kopyası!
Arkeoloji dünyasının yıllardır araştırdığı ilk Çin imparatoru Qin Shi Huang'ın mezarında bulunan M.Ö. 210 yılından kalan 8 bini aşkın toprak asker heykelinin sırrı nihayet çözüldü. Devasa ordunun gerçeğinin bire bir kopyası olduğu ortaya çıktı.
Heykellerin yüzündeki farklı mimikler ve yüz şekilleri askerlerin orijinallere sadık kalınarak tasarlandığını akıllara getirse de 8 bin modelin kullanılması imkansız gibi görünüyordu. Bir grup sanat tarihçi toprak heykelcikleri yapan sanatçıların belli bir modele uygun olarak şekillendirildikten sonra mimik, boy ve bazı uzuvlarında değişiklik yaptığını düşünüyordu. 3 boyut teknolojisi ve yeni bir algoritma yazılımı kullanan bilim adamları 8 bin heykelin kulak yapılarının birbirinden tamamen farklı olduğunu buldu. Heykellerin farklı etnik kimliğe sahip kişileri yansıttığını belirleyen bilim adamlarına göre askerler imparotorun ordusunun kopyası. Bilim dergisi Nature Magazine'de yayımlanan makaleye göre orduyu hazırlayan heykeltraşlar gerçek kişileri model aldı.
Bilim adamları Terracota askerler hakkındaki araştırmalarını henüz bitirmedi. MÖ 210 tarihinde yapılmış olan heykeller, 1974'te Çin Halk Cumhuriyeti'nin Shaanxi eyaletine bağlı Xi'an yakınlarında bir çiftçi tarafından bulunmuştu. Ordunun 'İlklerin imparatoru' olarak bilinen Çin Şı Huang'ın mezarını koruduğuna inanılıyor.
Kaynak--> http://www.ulkehaber.com
20 Haziran 2014 Cuma
Kölelik
ABD'de kölelik 19 haziran 1862 yılında "resmi" olarak kalktı.
Avrupa'da İngiltere'den sonra köleliği ilk kaldıran Osmanlı İmparatorluğu'dur. Osmanlı'da kölelik, Sultan Abdülmecid döneminde 1847’de bir fermanla yasaklanmıştır. 1926’da Milletler Cemiyeti bütün dünyada köleliği yasaklamış, daha sonra Birleşmiş Milletler de bu hükmü teyid etmiştir.
Osmanlı'da köleliğe kurucusu Osman Bey zamanında da rastlanmakla beraber, kölelik kurumu Orhan Bey zamanında yerleşmiştir. Osmanlı devletinde köle kaynakları genel olarak iki ana başlık altında toplanmaktaydı.Bunlardan birisi savaşlar diğeri de ticaret yoluyla ortaya çıkan kölelikti. Haremin ortaya çıkması ise Fatih Sultan Mehmet döneminde gerçekleşmiştir. Bunda artan fetihler ve genişleyen topraklar önemli bir rol oynamaktaydı.
Bu tarihlerden sonra kölelik ve bununla birlikte köle ticareti Osmanlı devletinde yerini alıyor ve köle ticareti devletin de dolaylı olarak destek verdiği bir uygulama oluyordu.Ancak ilerleyen yıllarda kölelerin belirli bir çalışma süresi sonunda azat edilmesi, kölelerin evlenme haklarının sahiplerince karşılanması gibi düzenlemelerle, köle ticaretini kısıtlamaya ve kölelere yapılan kötü muameleleri önlemeye çalıştı. bu amaçlarla birçok ferman yayınladı.Osmanlı'da kölelik, Sultan Abdülmecid döneminde 1847’de yayınlanan ferman bunların en önemlisidir ve bu fermanla köle ticareti resmi olarak kaldırılmıştır. Ancak uygulamanın önüne imparatorluğun son yıllarında geçilebilmiştir. Osmanlıdan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti de köleliğe ilişkin bütün uluslararası antlaşmaların altına imza atmış ve Türkiye Cumhuriyeti'nde kölelik hiçbir zaman olmamıştır.
Kaynak-->Büyük Larousse Ansiklopedisi 14. Cilt
17 Mayıs 2014 Cumartesi
TARİHTEN DERS ALMALIYDIK
Soma için ağladığımız bugünlerde bir hatırlatma. Soma’ya kadar Türkiye’de yaşanan en büyük maden kazası 1992'de Zonguldak Kozlu'da yaşandı.
• 263 işçi hayatını kaybetti.
• Grizu patlamasının yeri hala bilinmiyor.
• Arama-kurtarma faaliyetleri 5 yıl sürdü.
• Yüzlerce canı kurtarabilecek gaz maskelerinin gümrüğe takıldığı ortaya çıktı.
• Hiçbir yetkili ceza almadı.
• Maden çalışmaya devam etti ve 2013’te 8 işçi yine hayatını kaybetti.
***
1992 KOZLU FACİASI
Bugüne kadar ülkemiz tarihinin, dünya madencilik literatürüne de giren en ölümlü iş kazası, 3 Mart 1992’de Zonguldak Kozlu’da meydana gelmişti. Saat 20.00 sularında deniz seviyesinin 300, 425 ve 480 metre altındaki galerilerden hangisinde olduğu hala bilinmeyen bir metan gazı (grizu) patlaması oldu. Yer altında bulunan 729 işçiden 529’u ilk anda sağ olarak kurtarıldı. 5 Mart’a kadar süren çalışmalarda, 116 işçinin cansız bedenine ulaşıldı. Kurulan kriz komitesi, “Hiçbir canlının yaşama ihtimalinin kalmadığı” gerekçesiyle ocakları kapattı. Hava girişlerinin kil barajlarıyla kapatıldığı sırada 147 işçiden henüz haber alınamamıştı. 20 gün sonra açılan ocaklara yangın hala sürdüğü için milyonlarca ton su basıldı.
Ocaklar 29 temmuz 1992’de tekrar açıldı ve ardından arama-kurtarma çalışmaları beş yıl daha sürdü. Son iki işçinin cansız bedeni 1997’de ailelerine teslim edilebildi. Toplam 263 işçi öldü.
Kazanın yargılanmasında, bilirkişilerin verdiği “kaçınılmaz kaza” raporu nedeniyle hiçbir yetkili ceza almadı. Yalnızca ölenlerin ailelerine tazminat ödendi. Kaza sonrasında yüzlerce işçinin yaşamını kurtarabilecek olan gaz maskelerinin gümrükte bekletildiği ortaya çıktı. Ölümlerin çoğunun nedeni sayılan kömür tozu patlamasını önleyecek tedbirleri tüm kömür havzasında zorunlu hale getirildi. Kozlu ocaklarında üretim de, ölümler de devam etti. 8 Ocak 2013’teki kazada 8 işçi hayatını kaybetti.
[Yazı: Ahmet Öztürk, Mart 2013 NTV Tarih Dergisi eski sayısından.]
29 Nisan 2014 Salı
Anadolu'nun Fethi
I. Tarih Yazımında Anadolu’nun Fethi:
Anadolu’nun fethi bugünkü Türkiye’nin temellerinin atıldığı, yaşanan içtimai hayatın formasyonu, konuşulan dil, inanılan din gibi Anadolu Türkünün hayat tarzının tüm cepheleriyle belirlendiği bir hadisedir. Bugün Türkiye’de özellikle siyasi ve içtimai hususlarda görülen birçok olayın köklerini, Anadolu’nun fetih sürecinde aramamız gerekebilir. Çünkü Anadolu’nun fethi ile yoğrulan “Türkiye” hamuru iyisiyle kötüsüyle, pozitif ve negatif boyutlarda bugünlere kadar bir şekilde etkisini sürdürmektedir. Böylece, bu derece ciddi öneme haiz bu hadisenin sosyal bilimlerce multidisipliner düzlemde tahlili ve tetkiki Türkiye sosyal bilimi için hala elzem noktadadır.
Aslında Türkiye tarih yazımında Anadolu’nun fethi olgusu büyük ölçüde önemini muhafaza etmiştir. Ancak yeterli sayıda eserin ortaya çıkmamasının nedeni olarak bu dönemi içeren kaynakların kemiyyet olarak azlığı öne sürülmüştür. Yine de bu fetih sürecini genel çerçevede sağlıklı şekilde tahlil edebileceğimiz kaynaklara sahibiz. Şimdi birinci el kaynaklara baktığımızda Anadolu’nun fethi ile müteallik bugüne kadar sağlıklı ulaşmış kaynak belli başlı noktalarda tasnif edilir. Genelde Türk kaynaklar -örn: Danişmendname, Saltukname ve Oğuzname gibi-, yerli halkların özellikle din adamlarının yazdıkları eserler -örn. Urfalı Matheus, Süryani Mihael Kronikleri vb.-, Bizanslı vakanuvisler –örn. Anna Komnena’nın Alexiad’ı , Ioannes Kinnamos’un Historia’sı- ve Müslüman kaynaklar -örn: el-Kamilu fi’t-Tarih gibi- çeşitli kaynaklardan yola çıkılmıştır.
Bizim burada üzerinde konuşmamız gereken, tetkik eserler denilen ikinci el kaynakların ne işlevde olduğudur. Şüphesiz Selçuklu Tarihi denilince akla Osman Turan gelmektedir. Yazdığı eserlerde Ortaçağ Türk-İslam siyasi tarihi alanında oldukça geniş çaplı bilgileri ihtiva eden Turan, Anadolu’nun fetih sürecinin siyasal boyutunu en iyi inceleyeceğimiz eserler sunmuştur. Fuat Köprülü, Ali Sevim, Yaşar Yücel, M. Halil Yınanç, İbrahim Kafesoğlu gibi tarihçilerin de bu alanda eserleri mevcuttur.
Ancak bu dönemi inceleyen eserlere baktığımızda genellikle bunlar mevcut birinci el kaynakların direkt aktarılması ve kısaca hülasası şeklinde ve siyasi tarih çizgisiyle mahdut teşekkül etmiştir. İşte mezkur hadisenin tüm cepheleriyle incelenmesi hususunu en iyi Claude Cahen yapmıştır. Osmanlılar’dan Önce Türkiye adlı eserinde hem yoğun bir siyasi tarih muhtevası varken hem de bu sürecin sosyo-ekonomik boyutunun incelendiği görülmektedir. Ayrıca bu hususta Speros Vryonis’i de zikretmek gerekiyor. Her ne kadar eserlerinde Anadolu’nun fethi mevzuuna negatif perspektiften bakmışsa da yine bu süreci tüm yönleriyle incelemiştir. Bu nedenle bu eserlerde Anadolu’nun fethinin sadece bir işgal değil bir milletin yabancı topraklarda yeni bir kültür inşaası olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır.
Ayrıca yukarıdakilere ek olarak bazı kaynaklar, ya milliyetçiliğe hizmet maksadını taşıyan hamasi ya da muhatabını teferruatların içinde boğan ve ne mesaj verildiği anlaşılmayan bir eksiklikleri de barındırmaktadır. Ama Anadolu’nun Fethi gibi bir hadise, böylesi dört dörtlük herkesin mutlu mesut yaşadığı bir vakıa değil, acıları ve problemleri olan sancılı bir olaylar bütünüdür. Bu bölümü Osman Turan’ın şu ifadesiyle noktalıyorum: 1071′den sonra Anadolu’ya yapılan bu büyük muhaceret ve iskan hareketi araştırılmadığı ve anlaşılamadığı için Türkleşme hadisesi bir muamma halinde kalmış ve çok defa yerli halkların toptan ihtida veya imhasına atfolunmuştur.[1]
II. Fetihten Önce Anadolu Coğrafyası
Anadolu, tarihi boyunca şu dört önemli siyasal, etnik, sosyokültürel ve dini dönüşümü peş peşe yaşamıştır: Helenleşme, Romalılaşma, Hıristiyanlaşma ve nihayet İslamlaşma.[2] Anadolu’nun fethi ise sonuncu sürecin sancılı başlangıcıdır.
Anadolu, tarihinde, birçok kavim, din ve kültürlere sahne olduğu veya bunların kıtalararası intikalinde köprü vazifesi gördüğü halde hiçbir zaman, Türk istilası devrinde olduğu gibi, etnik, dini ve kültürel bakımlardan bu derece külli ve süratli bir inkılaba uğramamıştı. Araplar, Emeviler ve Türk ordusu ile birlikte Abbasiler zamanında, iki asır kadar Anadolu’yu fethetmek ve İslam’ın rakibi olan Bizans İmparatorluğunu çökertmek için giriştikleri fasılasız cihad ve gazalara rağmen bu büyük vazifeyi başaramamışlardı. Selçukluların az zamanda bu ülkeyi fetih ve kendilerine vatan yapmalarında Türk orduları yanında bir milletin toptan muhacereti birinci derece rol oynar.[3]
Anadolu’nun demografik yapısına baktığımızda takip eden asırlarda vukuu bulan savaşlar neticesinde nüfusta azalma olduğu muhakkaktır. Mevcut nüfusun çoğunluğunu Rum olarak adlandırılan Anadolu’nun Hıristiyanlaşmış ve Greklerle karışmış yerli halk oluşturmaktadır. Bu kesim ziraatle meşgul olan köylülerdir. Ayrıca Gregoryen Ermeniler ve Monofizit Yakubiler ve güneyde meskun Süryaniler bulunmaktadır.[4] Bizans merkezi iktidarı bu kiliseler üzerinde ağır mali, siyasi ve dini baskılar uygulamaktadır.[5]
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Anadolu coğrafyasının Türk fetihlerinden önce ve bu fetihler sırasında da hem siyasal hem kültürel olarak yekpare olmadığıdır. Birbirinden farklı hayat tarzına sahip toplulukların birbiriyle olan ilişkileri, Türk fetihlerinin istikametinde önemli amillerdendir. Çünkü Doğu Roma’nın Anadolu’yu bütün olarak hakimiyeti bu farklı toplulukların kendi içlerindeki uyumunun bozulması nedeniyle artık geride kalmıştır. Bu toprakların doğusunda Türkmen atlarının sesi duyulduktan sonradır ki Doğu Roma’nın bu hakimiyet çabası, bir sonraki bahara ertelenen hayaller kervanına katılacaktır.
III. Türkler Geliyor
Prof. Osman Turan, Anadolu’nun fethinin en büyük amillerinden birisi olarak Oğuzların Türkistan’dan Anadolu’ya yaptıkları büyük göçü özellikle vurgular. Orta Asya’da yığılan ve kesafeti yüksek olan bu nüfus Horasan, İran, Azerbaycan coğrafyalarını çiğnemiş bir kısmı Irak ve Suriye’ye giderken diğerleri Anadolu’ya doğru yönelmiştir. Göçebe yurtsuz Oğuzların muhacereti, Selçukluları en çok uğraştıran meseledir. Selçuklu sınırları içinde olsalar dahi çoğunlukla Sultan’ın emirlerini pek dinlemezler, başına buyruk hareket etmektedirler.
Selçuklu Sultanları, hem kendi mülkündeki yerli halkı Türkmen yağmalarından korumak hem de devletin siyasal ve askeri gücünün dayandığı Türkmenlere de yurt bulmak ve onların geçim derdine çare bulmak gibi birbiriyle çatışan iki ağır meseleyle karşı karşıya olmuşlardır.[6] Başıboş ve dağınık bir yığın halinde Türkmenler, Kafkasya ve Azerbaycan’daki yığılmaları bir raddeye vardıktan sonra Doğu Anadolu’dan itibaren batıya doğru muhaceret başlamıştır. Anadolu’ya müslüman Türkmen/Oğuz göçüne muvazi olarak Balkanlarda da büyük oranda gayri-müslim Oğuz, Kıpçak muhacereti vukuu buluyordu.[7]
Barthold, Selçuklu Sultanlarının ele avuca sığmaz kardeşlerinden kurtulmak ve onların kendi güzel İran topraklarında kötülük yapmalarını önlemek için bu disiplinsiz Oğuz aşiretlerini tercihan İmparatorluklarının basamakları olan Anadolu’ya gönderdikleri nazariyesini ileri sürmektedir. Bu olay Anadolu’nun yeni Türkistan olurken, İran’ın Türkleşmekten kurtulduğunu izah etmektedir.[8]
Böylelikle Türkmenlerin Anadolu’ya kaydırılması, İran’da düzenin sağlanması kolay olacağı gibi O. Turan’ın tesbitine göre bu politika, Selçuklu Sultanlarının merkezileşme çabalarının da neticesidir. Bir yandan da yükün Anadolu’ya kaydırılması, yağmalanan İslam topraklarına (Irak, Suriye vb.) da nefes aldıracak ve orada bozulan nizam tekrar tesis edilecektir.
1055′te Ahlat fethedilir. Türkmen akınları Doğu Anadolu’da etkisini göstermektedir. Aynı yıllarda Balkanlarda Şamani Oğuzların Bizans’a baskısı devam etmektedir.[9] Bu arada Türkmenlerin kol gezdiği Anadolu bölgelerinde yaşayan yerli halktan belli kesim (özellikle Ermeniler ve Süryaniler) Bizans’tan nefret etmişlerdir. Bunlar, Bizans’ın çeşitli politikaları nedeniyle yerlerinden sürülmüş veya belli ölçülerde baskı görmüş kitlelerdir. Tabi bu sırada Doğu Anadolu’da ciddi isyanlar çıkmaktadır. Bizans’ın otoritesinin çöktüğünü gören Ermeniler, Rum ve Süryani köylerini yağmalamışlardır.[10] Ermeniler, Anadolu’nun bazı bölgelerinde küçük prenslikler kurmuşlardır.
1064′te Alp Arslan, Ani Kalesini zabt eder. Bu kale Anadolu’nun kilididir. Anadolu akınları Alp Arslan döneminde ağırlık kazanmışsa da “yüksek dağlar, derin vadiler, müstahkem şehir ve kaleler ile dolu olan bu ülke, açık arazi savaşlarına alışkın bulunan Türkmenler için çok defa zorluklar” çıkarmıştır.[11] O sebeple Malazgirt Savaşı öncesinde kalıcı ve ciddi mahiyette bir işgal hareketi görememekteyiz. Çünkü Türkmenler Anadolu içlerine ilerledikleri halde kale ve şehirlere giremiyorlar ve oradaki garnizonlar Türkmenlerin saldırılarını püskürtüyorlar ve kayıp veren Türkmenler de İran’a, Azerbaycan’a geri çekiliyorlardı..[12]
Claude Cahen, Alp Arslan’ın Bizans İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmayı düşünmediğini aynı zamanda Türkmenlerin Rumlarla savaşmasına itirazının da olmadığını belirtir. O dönem Türkmenlerin hiçbir siyasal amacının olmamasına rağmen onlara hiçbir siyasi ve askeri direnç gösterilmediğini de belirten Cahen: “Bizanslılar, Türkmenlerin istemedikleri kadar içerilere girmelerini sağlıyor, içlerindeki çeşitli hizipler yardım karşılığında onlara belki kolaylıkla ele geçiremeyecekleri yerlerin kapısını açıyordu.”[13] Zaten yukarıda da bahsedildiği üzere 11. yüzyılda Anadolu’nun rengarenk kültürlerden olan ahengi çökmüş ve bu farklılıkların çatışması Türk fatihlere avantaj sağlanmıştır.
İmparator Diogenes’in Anadolu’daki kötü vaziyeti çözmek için hazırladığı ordu, Malazgirt ovasında Alp Arslan’a yenilir (1071). Malazgirt’ten sonra Türkmenler, Anadolu’yu ciddi mahiyette yağmalamışlardır. Bu durum yerlilerin onlara itaat etmeye mecbur bırakmıştır. Ancak bazen de tercihen itaat ediyorlardı. Çünkü Türkmenler güçlü bir idari teşkilatlanmaya haiz olmadığı için vergi almıyordu.[14] Ayrıca Türkmenlerin tek vücud hareket etmediğini görmemiz açısından İbrahim İnal ve Kutalmış isyanlarını dikkate almamız icab eder. Ayrıca bu sürecin başlarında bu tür istiklal denemeleri merkezi otorite tarafından akamete uğratılmıştır. Nasıl ki yerli halk arasında uyumsuzluk varsa Türkler arasında da birlik problemi görülmektedir.
Anadolu ve Ortadoğu’da Selçuklu hareketliliği asıl Melikşah döneminde kendisini gösterir. Türkler bu aşamada dahi Bizans iç siyasetinde etkin unsur rolüne bürünmüştür. Hatta merkeze isyan edip tahta çıkan Alexis Comnene’nin bu başarısında Türklerin rolü de vardır.[15] Türkmenler için Bizanslıların hangi hizipten oldukları önemli değildi; iki hizipten kazandıkları aynıydı.[16]
Büyük Selçukluların, Ortadoğu ve Anadolu siyasetinde etkinliğinin azalmasını müteakib Anadolu’da birden çok müstakil beylikler ortaya çıkmıştır. Bunlardan önemli olanı Danişmendliler, Anadolu’nun fethinde önemli roller oynadıkları gibi Anadolu Selçuklularının rakibi konumundadır. Ancak I. Haçlı Seferi ve onu müteakip Alexis I. döneminde vukuu bulan Bizans’ın İç Anadolu’ya doğru ilerleyişinde Danişmendliler, Anadolu’nun hakimi ve müdafisi olmuştur. Sonuç olarak, Türklerin gelişi Anadolu’daki bütüncül siyasi hakimiyetin tesisini geciktirmiştir. Anadolu’nun uzun zamandır bulamadığı sakin ve barışçıl günleri Anadolu Selçuklu’nun azamet dönemlerine tesadüf etmiştir.
Ayrıca değinmemiz gereken bir nokta daha var ki Anadolu fatihleri bu süreçte gaza/cihad ülküsünü kullanmışlardır. Gaza ve cihad ülküsü, Türk yığınlarının Anadolu’yu fethetmesine zemin hazırlamış, teşvik etmiş ve meşrulaştırmış önemli bir amildir. Fatih komutanların askerlerine hitap ederken bu ülkünün tesirlerini sıkça görebilmekteyiz. Bunun neticesinde Battalname, Danişmendname, Düsturname gibi epik kahramanlık eserlerinin oluştuğu edebiyat gelişmiştir.
IV. Kılıçların Gölgesinde Anadolu
Anadolu’nun fethinin mahiyeti şu cümlede özetlenir: Bütün bu şartlar bize Anadolu’nun tipik askeri bir işgalini değil, fakat azımsanmayacak büyüklükte göçebe halkların etnik göçünü gösteriyor.[17] Hem Osman Turan’da hem de diğer Türk ve Batı kaynaklarında Anadolu’ya gelen Türkmenlerin sayısında mübalağa göze çarpmaktadır. Ancak Cahen, Türk muhaceretinin rakamlar bazında çok abartılmaması gerektiğini çünkü o dönemde genel nüfus oranları ve Anadolu’nun fetih sürecinde nüfusunun azalmış olduğu ve orada yaşayan birçok etnik unsurun kendi nüfuslarının az olduğunu belirtir. Ayrıca fetih sürecinin yerli halk üzerindeki olumsuz tesiri doğum oranını azaltırken geleceğe umutla bakan istilacılarda doğum oranı artmıştır. Aynı zamanda yerli halk ile Türkler arasındaki evliliklerden doğan çocukların Türk sayılması da önemli etkendir.[18] Bu husus dikkate alındığında Anadolu’nun Türkleşmesi salt kesif Türkmen akınlarının işgaliyle değil evlilik, ihtida gibi unsurlarla da oluştuğu belirtilmelidir.
Yunan tarihçi S. Vryonis, Anadolu’nun fetih sürecini nomadization ve islamization olarak iki yönlü inceler. Ve bunun oluşumunu da fethin nomadic (Türkmenler) ve sultanic (devlet) olarak iki koldan yürütülmesine bağlar. Bu iki kolun yürüttüğü fetih tarzı birbirinden farklı olduğu gibi Bizans üzerinde de farklı etkileri olmuştur.[19] Çünkü Selçuklular, Anadolu’da sistem oturtmak istemişler ve sadece askeri değil, siyasi ve iktisadi mahiyette hareket etmişlerdir. Bu minvalde Bizans ile ilişkilerinde zaman zaman değişiklikler olmuştur. Ancak Türkmenler için yukarıdaki sistemli hareket söz konusu değildir.
Türkmenler duruma farklı açıdan, özellikle iktisadi açıdan bakmış ve Anadolu’ya yerleşmeyi karar kılmıştır. Otlak alanları sınırlıydı ama çoğu yarı-göçebe çobanlar olarak yaşamayı sürdürüyorlardı.[20] Daha sonra da bahsedileceği gibi Anadolu’nun iç kısımları Türklerin eski topraklarına benzer birçok özelliği barındırdığı için bu coğrafyayı kendi vatanları kadar sahiplenmişlerdir. Neticede Anadolu, zamanla diğer vatan topraklarını rahatça ikame etmiştir.
Türk fetihleri sürecinde nüfus hareketliliği görülmüştür. Ortodoks Bizanslılar Şarktan ve Orta Anadolu’dan Garbî Anadolu’ya çekilirken Ermeniler de Türklerin önünden Torosların dağlık bölgeleri ve Kilikya istikametinde göçmekte ve evvelce Bizans’ın bu taraflara sürdüğü nüfuslarını kesifleştirmekte idiler.[21] Aynı zamanda yine bu topraklarda gerek daha batıya doğru gerek Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde dikkate değer yerli halk göçü vukuu bulmuştur. Ayrıca kırsal alanlardaki nüfus değişimleri ve savaşlar tabii olarak tarımsal üretimi etkilemiştir. Zaten savaş alanı haline gelen Anadolu’da harpler sebebiyle artan ölüm oranına bir de kıtlık ve veba gibi diğer etmenler de dahil olmuştur.[22] Bu nüfus hareketliliği, Türk Anadolusunun inşaasına yardım etmiştir. Ayrıca şehirlerde ve kırsal alanlardaki bu farklı nüfus, Anadolu şehirlerinin ayakta kalmasına ve kimliklerini idame etmesinde tartışılmaz önem kazanmıştır.
Ayrıca Vryonis’e göre göçlere, yerinden edilmelere, soykırımlara, vebaya, kıtlığa ve köleleştirme çabalarına rağmen, Anadolu’daki Hıristiyan yerli halkın çoğunluğu Malazgirt’ten 50 sene sonra bile hala yerinde duruyordu. Kuzeyde, Anadolu’da bazı yerli unsurlar varsa da tam bir Türk yerleşimi olmuş güneyde ise Türklerin sadece askeri işgali söz konusudur. Buna sebep olarak bölgenin ikliminin Türk develerine elverişli olmaması ve Bedevi ve Kürt çobanlarının mevcut olmasıdır.[23]
Dini açıdan baktığımızda Türk fatihleri, her türlü dini ve mezhebi hususlara ilgisizdir ve Anadolu’da din değiştirme yönünde bir çaba içerisinde de değillerdir. Ancak Türklerde hakim mezhep Hanefiliktir. Türkmenler, askeri olarak ihtiyaçlarını karşıladıkları ölçüde yerli halkın mahalli idaresini değiştirmeyi düşünmediği sanılmaktadır. Anadolu’nun fetih sürecinde Anadolu, Türkmenlere cazip geldiği gibi yerli halk nazarında da Türkmenler, müslümanlık bakımından Araplara benzemediğini fark etmişler ve Türkmen alpleri ile Bizans akritaileri arasında benzerlik kurulduğu sanılmaktadır.[24] Ayrıca Selçukluların, kendisinden farklı inançlara karşı tahammülleri çok sonraki dönemlerde de devam etmiş ve Anadolu’da heterodoks sufi hareketlerin yaşamasına ve bu hareketlerin liderlerinin burada ikametine imkan vermiştir.
Anadolu’da uzun zamandır ihtiyaç olmadığından şehirlerin tahkim edilmesi ihmal edilmiştir. Türk akınlarının başladığı sıralarda belli başlı şehirlerde tahkimat görülse de yeterli değildir. Ayrıca Malazgirt sonrası karışıklıklar ve anarşi durumu da bu kötü duruma etki eden diğer etmenlerdir. Ayrıca özellikle Alexis Comnenes döneminde olmak üzere Marmara (Bithynia) ve bazı Anadolu kıyılarında surlar, kaleler kurulmuş veya yeniden tahkim edilmiştir. Yine Comnene hanedanının eliyle Türklerden geri alınan şehirlere oradan kaçan yerli halkın yerleştirilmesi çabaları görülmektedir.[25] Türkler de Anadolu’da bazı şehirleri yeniden inşa ettiler. Mesela Danişmendliler, Sivas ve Kayseri’yi; Selçuklular, Ankara, Aksaray, Niksar, Konya gibi şehirleri onarmış, geliştirmiştir. Mevcut durumun istikrarı sağlandığında Bizans ile Türk şehirleri arasında ticaret de gelişmiştir.[26] Önemli ticaret yolları üzerinde bulunan Anadolu’da bu yollar üzerinde hanlar kervansaraylar inşa edilmiştir. Ayrıca Selçukluların ticarete yönelik askeri ve siyasi politikaları Anadolu’yu yakın zamanda yaşadığı anarşi günlerini unutturacak refaha kavuşturmuştur. Bizans Anadolu’sundaki ekonomik hayat, belli çerçevede Müslüman Anadolu’da da devam etmiştir. Yine Rumlar, Ermeniler ve Süryaniler; ziraat, zanaat ve ticaret boyutlarıyla Müslüman Anadolu’nun iktisadi hayatını devam ettirdiler. Aynı zamanda Rum ve Türkler arasındaki ticaret de canlı ve gelişmektedir. Bizans payitahtı ile Konya arasında ve oradan güneye yahut doğuya doğru ilerleyen kervan ticaret yolları oldukça işlektir. Bunu Konya’da yapılan hanların sayısal fazlalığından anlayabiliriz.
Vryonis, Türkmenlerin Anadolu’da tarımsal faaliyette bulunmadığını ve geçimini de mevsimlere göre tertiplenen yıllık yağma ile tedarik ettiğini ve bu nedenle bir de savaş alanı olmasından ötürü Anadolu’da tarımın olumsuz etkilendiğinden bahseder.[27] Hatta bu duruma trajik bir cümle ile neticelendirir: Biz, çiftçi ile çobanın, mera ile bozkırın nihayetsiz mücadelesine şahit oluyoruz.[28] Ancak Anadolu’da Türkmenlerin hepsinin yağmacılıkla iştigal etmediği bilinmektedir. Nihayetinde burada bir devlet teşekkül etmiş ve bu devlet, kendi hukukunu, kendi ordusunu, kendi hükümetini icra edebilir haldedir. Anadolu’daki yağmalar, merkezi otoritenin tesisi sağlandıktan sonra umumi aşayişi bozacak derecede ciddi mahiyette değildir. Ayrıca Vryonis, burada Anadolu’nun Türkmenlerce bozkırlaştığı izlenimini verse de Anadolu’nun tarım alanındaki çöküşü Türkler gelmeden önce kendisini göstermiştir. Özellikle tarım ve ticaret Türkler gelmeden önce karışan Anadolu topraklarında çoktan grafiksel olarak inişte seyrediyordu.
V. Anadolu Halkları: Hıristiyan Rumlar & Müslüman Türkler
İki farklı medeniyet ve iki farklı sosyal yaşam kitlelerinin karşılaşması ve birbiriyle etkileşimleri Anadolu’nun fetih sürecinin dikkate alınması gereken manzarasıdır. Öncelikle ele almamız gereken ilk nokta, yerli halkın ve yeni sakinlerin Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi iki farklı inanca sahip olmalarına rağmen birbiriyle nasıl ilişkiler içinde olduğu veya tek bir coğrafyada ortak yaşam alanını nasıl oluşturdukları irdelenmelidir.
Türkler, Anadolu’ya geldiklerinde zaten yeni müslüman bir halktı ve bu dini de hem şehir hem de kırsal cephede tam olarak özümseyememişlerdi. Ayrıca Selçukluların yerli gayri-müslimlerle ilgilendikleri ve onlara tanınan özgürlüklerin mahiyeti de bilinen bir gerçektir. Bu sayede Anadolu’da çeşitli inanç grupları hayatiyetini sürdürebilmiştir.[29] Asıl burada vurgulanması gereken husus Anadolu’da müslüman ve hıristiyan halkların birbirleriyle asırlarca sürecek ortak yaşamı, nasıl oluşturdukları ve temellerinin nasıl atıldığıdır.
Anadolu’da Hıristiyanlık, eski Anadolu kültlerinin belli şekillere sokularak kutsiyetlerini devam ettirdiği bir halk hıristiyanlığıdır. Aynı şekilde Anadolu’da hakim olan müslümanlık da yine halk müslümanlığıdır. Ve böylelikle bu iki taraf arasında çok erken dönemlerde ortak hayat oluşmuştur. Ayrıca bu iki din mensupları arasında teolojik tartışmaların cereyan etmiştir. Ayrıca bu iki kültürün yakın ilişkileri neticesinde ortak dini mekanlar (türbeler), dini günler (Hıdırellez) gibi kültürel ögeler oluşmuştur.[30] Ayrıca Türkler, Anadolu’da fetih alameti için bazı kiliseleri camiye çevirirken genel olarak dini yapılara dokunmamışlardır. Ancak savaşlar sırasında birçok yapı gibi dini müesseseler de tabii olarak zarar görmüştür.
Ayrıca bazı gayrimüslim yerli halk arasında müslümanlığa ihtida hareketleri göze çarpmaktadır. Gönüllü olarak müslüman olan yerli halk olduğu gibi Vryonis, kılıç yoluyla cebri yollarla müslüman yapılanların var olduğunu iddia eder.[31] Vryonis’in dayanağı Danişmendname’dir. Ancak Danişmendname gibi eserler bu dönemde Türklerin yurt bulma kavgası ve yerli halkın müdafaa savaşının yarattığı atmosferde yazılan epik eserlerdir. Bu tür eserlerde kullanılan coşkun dile dikkat edilmesi gerekir. Ayrıca ihtida hareketlerinin ne boyutta ilerlediği hakkında elimizde öenmli bir kaynak yoktur.
Anadolu’da Türkleşme, Türkler ve yerli halk arasında evlilikler yoluyla da hızlanmıştır. Bu evliliklerden mütevellit yeni nesil çoğunlukla Türk olarak hüviyet kazanmıştır. Rum aristokratlar ile Türk yöneticiler arasında evlilik ilişkileri bu fetih sürecinin önemli bir cephesidir. Bazı Selçuklu emirlerinin yerli Rumlarla veya Bizans’la evlilik yaptıkları bilinen bir gerçektir.
Bu evliliklerin yanısıra yavaş yavaş oluşan Türk idari kurumsallaşmasında bazı Rumların görev aldığı da tesbit edilmiştir. Hem Selçuklu hem de Osmanlı döneminde bu Rumlar önemli devlet görevlerinde hizmette bulunmuşlardır. Bu Rumlardan bazıları da belli dönemlerde müslüman olmuştur. Yine İmparatorlarla arası iyi olmayan Rumlar da Müslüman Anadolu’ya sığınmışlar ve bunlardan bazıları da Türk devletlerinde itibar görmüşler ayrıca bazı Bizanslı komutanlar Türk ordularında görev yapmıştır.[32]
Anadolu sanatında hem yerli halkın hem de yeni sakinlerin ortak bir sanat oluşturdukları düşünülmektedir. Mesela musiki noktasında Türk musikisi ile Ermeni ve bazı Rum musikisinde hem ses hem de still benzerlikleri görülmektedir. Ayrıca Anadolu’da Türk mimarisinin teşekkülünde yerli halktan mimarların üstlendiği hizmetleri de göz ardı etmemek gerekir. Mesela Kaloyan el Konevi adlı Rum mimar Ilgın hanı ve Sivas Gök Medrese’yi, Keluk bin Abdullah adlı Ermeni mimar da İnce Minare’yi yapmıştır.
VI. Sonuç Olarak
Selçukluların Anadolu’yu fethi, İran ve Suriye’nin fethinden çok farklı mahiyette gelişmiş ve sonuçları da birbirinden farklıdır. İran ve Suriye’deki Selçukluların hakimiyeti kısa sürmüş ve buralardaki Türk varlığı zayıf olmasına karşın Anadolu’da bugünkü Türkiye’ye kadar kesintisiz bir Türk siyasi ve içtimai hakimiyeti görülmüştür. Anadolu’nun Türkler tarafından fethinin sadece siyasal olmadığını vurgulayan Grousset: Türkmen çoban Bizans köylüsünün yerini almıştır. Bunun sebebi Anadolu yaylasının irtifa, iklim ve bitki örtüsü bakımından Yukarı Asya bozkırlarının bir devamı olmasından ileri gelir… Daha ileriye gidip onları şuursuzca tarım alanlarını otlak haline getirmekle suçlayabilir miyiz? Aral’ın ıssız bozkırlarından çıkmış Oğuzların Kapadokya ve Frigya’nın eski vilayetlerini işgal ederek sadece ülkenin Türkleşmesini değil fakat oranın “bozkırlaşmasını” da sağladıkları bir gerçektir. Bundan sonra Grousset, Anadolu’nun Türklerden önceki dönemlerde de “yarı çöl” bir bozkır karakterini taşıdığını bazı müşahedelerden çıkarım yaparak vurguluyor ve böylece Anadolu’nun bozkırlaşmasının müsebbibinin Türkler olmadığını söylemiş oluyor.[33] Ayrıca Anadolu’nun parlak günlerinin Türklerce son bulduğu iddiasını bir kenara bırakmamız gerektiği gibi bu toprakları fetheden Türklerin herşeyi mükemmelen yaptığı inancını da kenara bırakmalıyız.
13. yüzyıla geldiğimizde Anadolu’nun Türkleşmesi artık kesinleşmiştir. Bazı şehirlerin isimleri Türkçeleşmiş ve bu coğrafyaya uğrayanlar tarafından Türkiye ismiyle adlandırılmaya başlanmıştır.
Anadolu’nun Fethi neticesinde bu topraklarda yepyeni kültürün oluştuğu ve oluşacağı mekan husule geldi. Anadolu, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve dünya hakimi olmasına imkan veren ve Modern Türkiye’nin oluşumunda kullanılan 1000 yıllık Türk hakimiyetinin ve medeniyetinin yoğrulduğu coğrafyadır. Buradaki Türkçe, diğer Türkçelerden farklı, buradaki Türklerin karakteri diğerlerinden farklıdır. Bu coğrafya kendisine münhasır dini anlayışa da sahip olduğundan buradaki İslami görüş de diğerlerinden farklı olmuştur.
Kaynaklar:
Cahen, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu, çev. Erol Üyepazarcı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012
Grousset, René, Bozkır İmparatorluğu, çev. M. Reşat Uzmen, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2006
Ocak, Ahmet Yaşar, Ortaçağlar Anadolu’sunda İslam’ın Ayak İzleri, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2011
Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2005
Turan, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2005
Vryonis Jr., Speros, The Decline of Medieval Hellenism in Asia Minor, Los Angeles:University of California Press, 1971
Vryonis Jr., Speros, Nomadization and Islamization in Asia Minor, www.jstor.org, 08.10.2013
[1] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2005, s.278
[2] Ahmet Yaşar Ocak, Ortaçağlar Anadolu’sunda İslam’ın Ayak İzleri, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2011, s. 140
[3] Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2005, s.70
[4] Ocak, a.g.e., s. 149, [5] Ocak, a.g.e., s. 141, [6] Turan, a.g.e., s.112,[7] Turan, a.g.e., s.118
[8] Barthold’dan aktaran René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, çev. M. Reşat Uzmen, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2006, s.183
[9] Turan, a.g.e., s.152, [10] Turan, a.g.e., s.162, [11] Turan, a.g.e., s.161, [12] Turan, a.g.e., s.277
[13] Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, çev. Erol Üyepazarcı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012 , s.7
[14] Cahen, a.g.e., s.27, [15] Cahen, a.g.e., s.38, [16] Cahen, a.g.e., s.9, [17]Vryonis, a.g.m., s.50
[18] Cahen, ss.103-104, [19] Ayrıntılı bilgi için bkz. Vryonis, a.g.m., s.43, [20] Cahen, a.g.e., s.17
[21] Turan, a.g.e., s. 279
[22] Speros Vryonis Jr., the Decline of Medieval Hellenism in Asia Minor, Los Angeles:University of California Press, 1971, ss.169-172
[23] Vryonis, a.g.e., s. 179, [24] Cahen, a.g.e., s.56, [25] Vryonis, a.g.e., ss.216-218
[26] Vryonis, a.g.e., ss. 220-222, [27] Vryonis, a.g.m., s.56, [28] Vryonis, a.g.m., s. 52
[29] Ocak, a.g.e., s. 28
[30] Bu konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz. Ocak, a.g.e., ss. 29-32,[31] Vryonis, a.g.e., s.177
[32] Vryonis, a.g.e., ss.229-234,[33] Grousset, a.g.e., s.185
www.aksitarih.com
19 Mart 2014 Çarşamba
Origins Of Rome
As legend has it, Rome was founded by Romulus and Remus, twin sons of Mars, the god of war. Left to drown in a basket on the Tiber by a king of nearby Alba Longa and rescued by a she-wolf, the twins lived to defeat that king and found their own city on the river’s banks in 753 B.C. After killing his brother, Romulus became the first king of Rome, which is named for him. A line of Sabine, Latin and Etruscan (earlier Italian civilizations) kings followed in a non-hereditary succession.
Did You Know?
Four decades after Constantine made Christianity Rome's official religion, Emperor Julian--known as the Apostate--tried to revive the pagan cults and temples of the past, but the process was reversed after his death, and Julian was the last pagan emperor of Rome.
Rome’s era as a monarchy ended in 509 B.C. with the overthrow of its seventh king, Lucius Tarquinius Superbus, whom ancient historians portrayed as cruel and tyrannical, compared to his benevolent predecessors. A popular uprising was said to have arisen over the rape of a virtuous noblewoman, Lucretia, by the king’s son. Whatever the cause, Rome turned from a monarchy into a republic, a world derived from res publica, or “property of the people.”
5 Mart 2014 Çarşamba
Bombacı Mehmet Çavuş
Bombacı Mehmet Çavuş, Düşmanın Quinn's Post, bizim ise Bombasırtı dediğimiz mevzide kolunu kaybetmiştir. Buraya Bombasırtı denmesinin nedeni, siperler arası mesafenin çok yakın olm
ası sebebiyle atılan el bombalarının patlamadan karşı tarafa tekrar atılabiliyor olmasıydı. Bombacı Mehmet bu işte ustalaşan bir isimdi. İngilizler bunu anlamış olacaklar ki, bombaları bir kaç sayı saydıktan sonra fırlatarak Mehmet Çavuş’un iadesini önlemeye çalışmışlardı. İşte böyle bir bomba, Mehmet Çavuş’un elinde patlayarak sağ elinin bileğinden kopmasına sebep olmuştu.
Hastanede tedavisi sırasında bu kahramanın, Tabur Kumandanına yazıp gönderdiği mektupta ise “Sağ kolumu kaybettim. Zararı yok, sol kolum var. Onunla da pek ala iş görebilirim. Beni üzen, kıtama katılamama ve yine düşmanla çarpışmama engel olan şey, yaramın henüz kapanmamış olmasıdır. Hastaneden kurtularak hâlen harbe katılamadığım için beni bağışlayınız, affediniz sayın kumandanım.” sözleri yazılmaktaydı.
Celal Erikan; Çanakkale’de Türk Zaferi, s.77-78.
11 Şubat 2014 Salı
Paris Barış Kongresi
Mehmed Emin Âli Paşa Paris Kongresi'nde barış şartlarını müzâkere ederken 1856. - While Mehmed Emin Ali Pasha negotiated peace terms of The Congress of Paris in 1856.
5 Şubat 2014 Çarşamba
Kartpostal
İzmir, Alsancak’ta II. Meşrutiyet kutlamalarını gösteren bir kartpostal, 1908.
-Izmir Alsancak A postcard showing the celebration of the Constitutional Monarchy II., 1908.
-Izmir Alsancak A postcard showing the celebration of the Constitutional Monarchy II., 1908.
4 Şubat 2014 Salı
Anadolu’da Bir Türk Kavmi: Hurriler
Mezopotamya ‘da büyük bir imparatorluk vücuda getiren Sami kökenli Akkadların vesikalarından öğrenildiğine göre, M.Ö. 3. binyılın sonlarında Mardin merkez olmak üzere Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile Kuzey Mezopotamya'daki Musul ve Kerkük dolaylarında Hurriler adıyla anılan bir kavim oturuyordu.
Hurri dili üzerinde yapılan filolojik tetkikler,bu kavmin dilinin Asya kökenli dillerden olduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca bu dilin, M.Ö. 9-6. yüzyıllar arasında Anadolu’nun doğusunda güçlü bir devlet kuran Urartu kavminin diline benzediği, bir başka deyişle M.Ö. 1. binyılda karşımıza çıkan Urartularla M.Ö. 3. binyıl Akkad metinlerinden tanıdığımız Hurrilerin akraba oldukları tespit edilmiştir.
Demek oluyor ki, M.Ö. 3. bin yıl Anadolu kavimlerinden biri de, Güneydoğu Anadolu’da oturan ve daha sonraları Kuzey Mezopotamya ve Kuzey Suriye’ye kadar sirayet eden Hurrilerdi. Ancak, Doğu Anadolu Bölgesi’nde yapılan arkeolojik kazılar ve yüzey araştırmaları neticesinde ele geçirilen buluntulardan, M.Ö. 6000-5000 yılları arasına tarihlenen Neolitik devir kültürü ile M.Ö. 5000-3000 yılları arasına yerleştirilen Kalkolitik devir kültürünün de Hurrilere ait olduğu anlaşılmıştır. Hatta, M.Ö. 3. binyıla tarihlenen Eski Tunç Çağı kültürü ile Kalkolitik ve Neolitik devir kültürleri arasında hiçbir kopukluğun olmadığı tespit edilmiştir. Bu da bize gösteriyor ki, arkeolojik buluntulara göre hüküm vermek gerekirse, Doğu Anadolu Bölgesindeki Hurri kültürünün kökleri, günümüzden 8000 yıl öncesine dayanmaktadır. Bir başka ifade ile Proto-Türk kavimlerinden biri olarak kabul ettiğimiz Hurriler, Anadolu’nun en eski sahiplerinden biridir.
Yazılı belgelere göre, M.Ö. 3. binyılın 2. yarısından itibaren tarih sahnesine çıkan, fakat arkeolojik buluntulara göre, Doğu Anadolu Neolitik ve Kalkolitik kültürlerinin de sahibi olan Hurriler, M.Ö. 2. binyıl Ön Asya tarihinde de önemli roller oynamışlardır.
Gerçekten, yazılı kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla, özellikle M.Ö. 18. yüzyıldan itibaren birtakım Hurri memleketlerinden söz edilmektedir. Bunlardan birisi, asıl Hurri devletinin bulunduğu bölgedir ki, burası Van Gölü ‘nden itibaren Kızılırmak ve Yeşilırmak‘ın Karadeniz’e döküldüğü yerlere kadar uzanan ülkedir.
Geniş manada Hurri ülkeleri sahası; kuzeyde Kafkaslardan güneyde Suriye ve Yukarı Mezopotamya'ya, batıda Toroslardan doğuda Zağros dağlarının ötesindeki Urmiye Gölüne kadar uzanıyordu. Burası öyle bir sahadır ki, sözü edilen devirde, arkeolojinin tespitine göre, Sümer ve Babil kültürü dışında tamamıyla yeni ve homojen bir yapı arz etmektedir. Ancak bu dağlık sahalarda henüz yeterli derecelerde araştırmalar yapılmamış olduğundan, yazılı belgeler çok azdır. Bununla beraber, M.Ö. 2. bin yılın ilk yarısında Hurrilerin merkezi bölgesinin Van Gölü sahası olduğu anlaşılmaktadır.
M.Ö. 1950-1750 yılları arasına tarihlenen Kültepe Çağı ( Asur Ticaret Kolonileri Devri ) metinlerinde az miktarda Hurri şahıs isimlerine rastlanıldığı gibi, Orta Fırat Bölgesindeki Mari arşivinde de Hurca dini tabletler bulunmustur. Bu sonuncular, Hammurabi devrine ( M.Ö. 1728-1686 ) aittirler. Diclenin doğusunda, Kerkük yöresindeki Arrapha-Nuzi metinlerinde Hurri şahıs adlarına, Tel Açana ‘da ( Hatay bölgesi ) yapılan kazılarda da Hurri sanat eserlerine rastlanmıştır. M.Ö. 2. binyılın ortalarında Hitit vesikalarında “Kizzuwatna” olarak gösterilen Doğu Kilikya‘ da da (Çukurova ve Amik Ovası), Hurrilerin hakim bir rol oynadıkları anlaşılmaktadır.
Belgelerden öğrenildiğine göre, Eski Ön Asya ‘daki Hurri-Mitanni Devleti ‘nin sınırları doğuda Kerkük ‘ten batıda Akdenize kadar uzanmaktaydı. M.Ö. 1550-1350 yılları arasında Ön Asyanın en kudretli devletlerinden biri olan Hurri-Mitanni Devleti ‘nin başkenti, bugünkü Urfa-Ceylanpınarı ile idantifiye edilen Vaşşugani şehri idi.
Eski ve Orta Hitit devletleri zamanında ( M.1700-1450) Güneydoğu Anadolu'da yer almış olan Hurriler, I. Hattuşili’nin batıya sefer yaptığı bir sırada başkent Hattuşaş dışında kalan bütün Hitit ülkesini işgal etmek suretiyle büyük bir askeri ve siyasi üstünlük göstermişlerdir. Fakat şunu belirtmek lazımdır ki, Hurrilerin kültürü, özellikle dini inançları, Hititleri çok etkilemiştir.
Hattuşaş kazılarında ortaya çıkarılan bazı dini metinlerin Hurri diliyle yazılmış oldukları görülmüştür. Hititler pek çok Hurri tanrısını benimseyip kabul ettikleri gibi, bazı Hitit kralları da Hititçe adlarının yanı sıra Hurrice isimler de almışlardır. Örneğin Hititler, Hurrilerin baştanrısı Teşup ve onun eşi Hepat ‘ın adlarını Hurri dilindeki biçimleriyle kullanıyorlardı. Hurri kökenli Kumarbi Efsanesi ve diğer birçok efsane ve destanlar, Hitit mitolojisi ve edebiyatına girerek, kültürel alanda geniş ve derin tesirler yapmıştır. Nitekim dini tesirler altında bir kısım Hitit kral ve kraliçelerinin Hurrice isimler taşımış olmaları, bu hususun en kuvvetli delilleri olsa gerektir.
M.Ö. 2. bin yılın ortalarında Hurri-Mitanni Devleti, Eski Ön Asya ‘nın en kuvvetli siyasi güçlerinden biri iken, Şuppiluliuma'nın seferleriyle kudretini kaybederek, Hititlere bağlı ve Asur ‘a karşı tampon bir ülke haline getirilmiştir. M.Ö. 1200 lerde cereyan eden Ege Göçleri neticesinde ise hem Hitit İmparatorluğu, hem de Mitanni Devleti, tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Fakat bu, Hurrilerin etnik olarak Anadolu?dan tamamen silindiklerine işaret etmez. Tam tersine onlar, M.Ö. 1. binyılda Van Gölü ve civarında Urartular adıyla tekrar karşımıza çıkacaklardır.
Bu yazı Prof.Dr. Ekrem Memiş’in, Türkler Ansiklopedisi Cilt 1′de yayınlanan ”Anadolu’da Türklerin Varlığı Tartışmaları” başlıklı makalesinden alınmıştır.
25 Ocak 2014 Cumartesi
The Magna Carta
"The democratic aspiration is no mere recent phase in human history . . . It was written in Magna Carta."
--Franklin Delano Roosevelt, 1941 Inaugural address
On June 15, 1215, in a field at Runnymede, King John affixed his seal to Magna Carta. Confronted by 40 rebellious barons, he consented to their demands in order to avert civil war. Just 10 weeks later, Pope Innocent III nullified the agreement, and England plunged into internal war.
Although Magna Carta failed to resolve the conflict between King John and his barons, it was reissued several times after his death. On display at the National Archives, courtesy of David M. Rubenstein, is one of four surviving originals of the 1297 Magna Carta. This version was entered into the official Statute Rolls of England.
Enduring Principles of Liberty
Magna Carta was written by a group of 13th-century barons to protect their rights and property against a tyrannical king. It is concerned with many practical matters and specific grievances relevant to the feudal system under which they lived. The interests of the common man were hardly apparent in the minds of the men who brokered
the agreement. But there are two principles expressed in Magna Carta that resonate to this day:
"No freeman shall be taken, imprisoned, disseised, outlawed, banished, or in any way destroyed, nor will We proceed against or prosecute him, except by the lawful judgment of his peers or by the law of the land."
"To no one will We sell, to no one will We deny or delay, right or justice."
Inspiration for Americans
During the American Revolution, Magna Carta served to inspire and justify action in liberty’s defense. The colonists believed they were entitled to the same rights as Englishmen, rights guaranteed in Magna Carta. They embedded those rights into the laws of their states and later into the Constitution and Bill of Rights.
The Fifth Amendment to the Constitution ("no person shall . . . be deprived of life, liberty, or property, without due process of law.") is a direct descendent of Magna Carta's guarantee of proceedings according to the "law of the land."
1 Ocak 2014 Çarşamba
Uygarlık Tarihinde Araplar
Kitap--> Uygarlık Tarihinde Araplar
Yazar--> Bernard Lewis
Tanıtımdan:
İslamiyet Öncesinden Hz. Muhammed ve İslamiyet'in Doğuşuna, Fetihler Çağından Günümüze Ortadoğu ve Avrupa'da Araplar
“Açık, büyüleyici ve değerli.”
Guardian
Araplar kimlerdir ve onların uygarlık tarihi içindeki yerleri ne olmuştur?
Bernard Lewis'in Arapların kimliği, yaptıkları ve Arap-olmayan dünya ile olan ilişkilerini anlattığı bu çalışmasında ortaya koyduğu ana soru budur.
Lewis, İslamiyet öncesi dönemden günümüze kadar Arapların tarihinin izini sürmüştür. Kitapta, İslamiyet'in ilk dönemi, geniş bir İmparatorluk yaratmaları, Arap kültür ve ticaretinin yayılması ve sonrasında gelişen Batı baskısıyla Arap gücünün azalması anlatılmaktadır.
Bugün, Arap dünyasında yaşanan toplumsal ve politik mücadeleler göz önünde bulundurulduğunda, Bernard Lewis'in klasik kitabı önemli bir okuma metni olma özelliğini sürdürmektedir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)